İnkılap, bir toplumun önemli kurumlarını kısa bir süre içinde değiştirip
kendini yenileştirmesi atılımıdır. Tarihte önemli, büyük inkılaplar görülmüştür.
Atatürk yönetimindeki Türk milleti de tarihteki en önemli inkılaplardan birini
gerçekleştirmiştir.
Bir toplumda durup dururken inkılap
yapılmaz, inkılapların tarihten gelen büyük sebepleri vardır. Türkler bir
zamanlar çağın önemli devletlerinden birini kurmuşlardı. Bu devlet yüzlerce yıl
dünyanın sayılı güçlerinden biri olarak kaldı. Ama Batı'da gelişen akıl ve bilim
çağına ayak uyduramadığı için geride kalmaya, güçsüzleşmeye başladı. Çok uluslu
bir yapıda olduğundan milli bir birlik kuramadı. Devleti kurtarmak isteyenler,
hep eski düzen ve belli kalıplar içinde değişiklikler yaptılar. Oysa yapıyı
değiştirmek gerekti ve bu kaçınılmazdı.
Birinci Dünya Savaşı
sonu yenilgi ve parçalanma, Atatürk'e, Türk milletini bir araya getirip mücadele
etme ve yapıyı yenileme düşüncesini ve bunu gerçekleştirme azmini vermiştir.
Eski yapıyı yeniden kurmak mümkün olmadığı için ard arda büyük inkılaplar
yapılmıştır.
Atatürk'e göre "İnkılap milletin esenliği
için halk adına yapıldı". "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların
amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün anlamı ve biçimiyle
uygar bir toplumsal heyet durumuna getirmektir". Öyleyse inkılap, modernleşme
ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için yapılacaktır. Gerçekten, gördüğünüz
büyük yenilik hareketleri, hep inkılapçı bir tutum ve davranışla yapılmıştır.
Türk Milleti iyiye, doğruya, güzele daha fazla yaklaşmak,
bunlara erişmek için inkılapçılığa bağlı ve tam bir inkılapçı olarak kalmalıdır.
Öyleyse inkılapçılık nedir? Atatürk'e göre, "Gerçek inkılapçılık onlardır
ki, ilerleme ve yenileşme inkılabına sevk etmek istedikleri insanların, ruh ve
vicdanlarındaki gerçek eğilime nüfuz etmesini bilirler".
Demek ki, inkılapçı, ruhlara ve vicdanlara seslenecek, insanları bu yolda
yönlendirecektir. Atatürk inkılabını sürdürebilmek, inkılapçı ruh ve yapıyı,
coşkuyu her zaman duymakla, hedefleri belirleyip bu hedeflere ulaşma yolunda
çalışmakla olur.
Türk inkılabının üstün ve yüce amacını her
zaman kavramaya çalışmalıdır. Durmadan ve her zaman yenilik yolunda ileriye
doğru gidilecektir, işte Atatürk'ün temel ilkelerinden biri de budur. Türk
inkılabının korunması, geliştirilmesi ve ilerletilmesi şarttır. Atatürk bundan
emindi ve şöyle diyordu: "İnkılabın hedefini kavramış olanlar, daima onu
muhafazaya muktedir olacaklardır".
Evet, bu özlü sözlerin
ışığında, bilinçli inkılapçılık Türk milletinin geleceği olmalıdır.
Atatürk'ün İnkılapçılık ile ilgili bazı
sözleri
- "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz
inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam
ve görünüşüyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır."
(1925)
- "Biz büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir
çağdan alıp yeni bir çağa götürdük." (1925)
19 Nisan 2017 Çarşamba
Devletçilik
XX. yüzyılda dünya devletleri daha mutlu yaşamak imkanlarına kavuşmak için
üretimi artırma gereğini duydular. Bunun için de başlıca üç yöntemin
uygulanmasını öngördüler. Bunları kısaca gözden geçirelim:
Liberal Ekonomi: Bu tür ekonomilerde üretim için gerekli olan sermaye, üretim etkinliği ve üretilen malların dağıtımı tümüyle bireylere bırakılmıştır. Liberal ekonomi görüşüne göre, ekonomik hayatın kendiliğinden işleyen yasaları vardır: Üretim, mallara olan isteğe bağlıdır, istek ise, üretimin az veya çok olmasını sağlar. Devlet bu kuralları yönlendirmeye karışmamalıdır. Devletin görevi yurdu savunmak, eğitim işlerini düzenlemek, adalet dağıtmak gibi alanlarda kalmalıdır. Devlet ekonomik hayata katılırsa az önce belirtilen denge bozulur. Gerekirse devlet, ancak büyük bunalımları gidermek için ekonomik hayata girmeli, bunalım geçince de gene çekilmelidir. Büyük ekonomik güce sahip olan kapitalist ülkeler, liberal görüşü uygulayarak bugüne kadar gelmişlerdir.
Sosyalist Ekonomi: Bu tür görüşü uygulayan ülkelerde hem sermaye, hem üretim doğrudan doğruya devletçe sağlanır. Kişilerin üretim araçlarına sahip olmaları yasaktır. Devlet tüm sermayenin sahibidir. Bütün ekonomik hayat, devletin öngördüğü biçimde düzenlenir. Malların dağıtımını da devlet yapar. Bazı ülkeler temelde bu görüşü benimsemişlerdir.
Ilımlı Ekonomik Sistemler: Dünyanın hızla değişen şartları hem liberalizmin, hem de Sosyalizmin katıksız bir biçimde işleyemeyeceğini göstermiştir. Bu bakımdan liberal rejimlerin bazılarında devlet, ekonomik hayata artan ölçüde girerken, sosyalist sistemde de yumuşamalar göze çarpmaktadır. Böylece her iki guruptan bazı ülkeler rejimlerinin temelini bozmadan önemli sistem değişikliklerine girmektedirler.
Devletçilik: Atatürk ilkelerinin arasında bulunan devletçilik, bir ekonomi siyasetidir. Yukarıda anlatılan rejimlere benzemez.
Devletçilik, temel anlamıyla devletin ekonomik hayatın içine girmesidir. Ama bu yapılırken sosyalist model benimsenemez. Elinde sermayesi olan vatandaşlar, birkaç alan dışında, diledikleri biçimde üretime katılabilirler. Devlet bunlara engel olmadığı gibi üstelik gereken tedbirleri alarak işlerini kolaylaştırır, kişileri üretim ve ticaret işine özendirir.
Ancak bilindiği gibi, hızla sanayileşme cumhuriyetin ilk hedeflerindendi. Büyük temel sanayi kuruluşları yapmak için özel ellerde sermaye yoktu. Bu yüzden devletçilik doğdu. Devlet pek çok sanayi işletmesini kendisi kurdu, çalıştırdı ve geliştirdi. Bir yandan da uyguladığı para ve kredi politikası ile özel kişileri başıboş bırakmadı. Böylece devlet ile vatandaş, üretim işini birlikte düzenlediler. Bu işbirliği sonucu Türkiye örnek bir ülke durumuna gelmişti. Son araştırmalar, Türkiye'nin 1930 yılına kadar uyguladığı devletçilik siyaseti ile en hızlı kalkınan üç ülke arasına girdiğini göstermektedir. 1929 yılında, 100 olan Türkiye ve dünya sanayi üretim indeksi, 1939'da Türkiye'de 196'ya erişmiştir. Dünya ortalaması ise 119'dur. Bu gelişme tablosunda Türkiye'nin yeri, Rusya ve Japonya'dan sonra gelmektedir. Böylece 1927'de 1000 olan milli gelirimiz, hızlı nüfus artışına rağmen, 1939'da 1625'e yükselmiştir.
Sermayesi olmayan, dışarıdan yardım almayan, kaynakları sınırlı, teknolojisi geri Türkiye'nin 1939 yılına kadar sağladığı bu gelişme Atatürk'ün akılcı ve milliyetçi görüşlerinin bir eseridir. O, özel girişimleri desteklerken, devleti de ekonomik hayata katmış, her iki alan birbirlerini tamamlamışlardır.
İkinci Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine bu gelişme durdu. Savaş sonrasında ise devletçilik ilkesi yeniden ve amaca uygun biçimde işletilip ihtiyaçlara göre düzenlenmedi, politika aracı yapıldı. Bu yüzden özel alanla devlet alanı arasındaki denge bozuldu ve ekonomik hayata bir kargaşa geldi.
Atatürk'ün baş ilkelerinden devletçilik, Türkiye'yi ekonomik bakımdan kalkındıracaktır, yeter ki gerektiği gibi uygulanabilsin.
Atatürk'ün Devletçilik ile ilgili bazı sözleri
- "Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak." (1936)
- "Prensip olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır." (1930)
- "Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılmaz, bununla beraber, hiç bir piyasa da başıboş değildir." (1937)
Liberal Ekonomi: Bu tür ekonomilerde üretim için gerekli olan sermaye, üretim etkinliği ve üretilen malların dağıtımı tümüyle bireylere bırakılmıştır. Liberal ekonomi görüşüne göre, ekonomik hayatın kendiliğinden işleyen yasaları vardır: Üretim, mallara olan isteğe bağlıdır, istek ise, üretimin az veya çok olmasını sağlar. Devlet bu kuralları yönlendirmeye karışmamalıdır. Devletin görevi yurdu savunmak, eğitim işlerini düzenlemek, adalet dağıtmak gibi alanlarda kalmalıdır. Devlet ekonomik hayata katılırsa az önce belirtilen denge bozulur. Gerekirse devlet, ancak büyük bunalımları gidermek için ekonomik hayata girmeli, bunalım geçince de gene çekilmelidir. Büyük ekonomik güce sahip olan kapitalist ülkeler, liberal görüşü uygulayarak bugüne kadar gelmişlerdir.
Sosyalist Ekonomi: Bu tür görüşü uygulayan ülkelerde hem sermaye, hem üretim doğrudan doğruya devletçe sağlanır. Kişilerin üretim araçlarına sahip olmaları yasaktır. Devlet tüm sermayenin sahibidir. Bütün ekonomik hayat, devletin öngördüğü biçimde düzenlenir. Malların dağıtımını da devlet yapar. Bazı ülkeler temelde bu görüşü benimsemişlerdir.
Ilımlı Ekonomik Sistemler: Dünyanın hızla değişen şartları hem liberalizmin, hem de Sosyalizmin katıksız bir biçimde işleyemeyeceğini göstermiştir. Bu bakımdan liberal rejimlerin bazılarında devlet, ekonomik hayata artan ölçüde girerken, sosyalist sistemde de yumuşamalar göze çarpmaktadır. Böylece her iki guruptan bazı ülkeler rejimlerinin temelini bozmadan önemli sistem değişikliklerine girmektedirler.
Devletçilik: Atatürk ilkelerinin arasında bulunan devletçilik, bir ekonomi siyasetidir. Yukarıda anlatılan rejimlere benzemez.
Devletçilik, temel anlamıyla devletin ekonomik hayatın içine girmesidir. Ama bu yapılırken sosyalist model benimsenemez. Elinde sermayesi olan vatandaşlar, birkaç alan dışında, diledikleri biçimde üretime katılabilirler. Devlet bunlara engel olmadığı gibi üstelik gereken tedbirleri alarak işlerini kolaylaştırır, kişileri üretim ve ticaret işine özendirir.
Ancak bilindiği gibi, hızla sanayileşme cumhuriyetin ilk hedeflerindendi. Büyük temel sanayi kuruluşları yapmak için özel ellerde sermaye yoktu. Bu yüzden devletçilik doğdu. Devlet pek çok sanayi işletmesini kendisi kurdu, çalıştırdı ve geliştirdi. Bir yandan da uyguladığı para ve kredi politikası ile özel kişileri başıboş bırakmadı. Böylece devlet ile vatandaş, üretim işini birlikte düzenlediler. Bu işbirliği sonucu Türkiye örnek bir ülke durumuna gelmişti. Son araştırmalar, Türkiye'nin 1930 yılına kadar uyguladığı devletçilik siyaseti ile en hızlı kalkınan üç ülke arasına girdiğini göstermektedir. 1929 yılında, 100 olan Türkiye ve dünya sanayi üretim indeksi, 1939'da Türkiye'de 196'ya erişmiştir. Dünya ortalaması ise 119'dur. Bu gelişme tablosunda Türkiye'nin yeri, Rusya ve Japonya'dan sonra gelmektedir. Böylece 1927'de 1000 olan milli gelirimiz, hızlı nüfus artışına rağmen, 1939'da 1625'e yükselmiştir.
Sermayesi olmayan, dışarıdan yardım almayan, kaynakları sınırlı, teknolojisi geri Türkiye'nin 1939 yılına kadar sağladığı bu gelişme Atatürk'ün akılcı ve milliyetçi görüşlerinin bir eseridir. O, özel girişimleri desteklerken, devleti de ekonomik hayata katmış, her iki alan birbirlerini tamamlamışlardır.
İkinci Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine bu gelişme durdu. Savaş sonrasında ise devletçilik ilkesi yeniden ve amaca uygun biçimde işletilip ihtiyaçlara göre düzenlenmedi, politika aracı yapıldı. Bu yüzden özel alanla devlet alanı arasındaki denge bozuldu ve ekonomik hayata bir kargaşa geldi.
Atatürk'ün baş ilkelerinden devletçilik, Türkiye'yi ekonomik bakımdan kalkındıracaktır, yeter ki gerektiği gibi uygulanabilsin.
Atatürk'ün Devletçilik ile ilgili bazı sözleri
- "Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak." (1936)
- "Prensip olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır." (1930)
- "Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılmaz, bununla beraber, hiç bir piyasa da başıboş değildir." (1937)
Laiklik
Türk ve yabancı bütün bilim adamları Atatürk inkılabının en önemli öğesi olarak
laikliği kabul ederler. Gerçi Türk inkılabı, içinde taşıdığı ilkelerle bir
bütündür. Ama bu bütünün dayandığı iki ana temel, milliyetçilik ve laiklik,
öteki ilkeleri sağlamlaştırır.
Laikliğin kısa tanımı, devlet düzeninin ve hukuk kurallarının dine değil, akla ve bilime dayandırılmasıdır.
Çok uzun bir zaman hemen hemen bütün insan toplulukları, dinlerin koyduğu esaslara göre yönetilmişlerdir. Çünkü insanların akıl ve bilim alanlarında olgunlaşması kolay olmamış, uzun bir zaman almıştır. Bu dönemde insanlar, kendi akıl ve iradeleri dışında kalan birtakım güçler tarafından yönetildiklerini kabul ederek rahatlamışlardır. Bu sebeple, devletlerle özdeşleyen dinler ve din adamları, giderek büyük ölçüde güçlenmiş, gelişen insan zekasının önüne engeller koyarak varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır.
Dinler, inanç kavramına dayanırlar, ister ilkel olsun, ister gelişmiş, her dinin temeli belli varlıklara ve olgulara tartışmadan inanmaktır, insanlar özellikle ölüm gibi en ürkütücü olay karşısında inanç dünyalarını zenginleştirmiş, dinsiz yaşayamaz duruma gelmişlerdir. İnsanoğlunun evren ve ölüm karşısındaki çaresizliği, zengin inanç sistemleri doğurmuştur. Bu çaresizliğe karşı tek sığınılacak yerin din oluşu, dinlerin insanları yönetmesi sonucunu vermiştir, ilk zamanlar için bu bir zorunluluktu. İnsanlar arasında düzen ve barışı sağlamak için dinin buyruklarına ihtiyaç vardı. Ölümsüzlüğe erişmek isteyen insanları, hayatta iyi davranışlara yönlendirmek için dinler hukuk kuralları da koydular ve bu kuralların uygulanmasına titizlik gösterdiler.
Özellikle ileri dinlerin koyduğu baş hukuk kuralları, aynı zamanda evrensel ahlakı da yansıtır. Hiçbir din, insanlara erdemsiz yaşamayı, hırsızlığı, yalancılığı, zinayı, adam öldürmeyi buyurmaz. Tersine, bütün dinler ahlaklı ve erdemli yaşamayı buyururlar. Dinler arasındaki farklılıklar, Tanrı ve ibadet anlayışından kaynaklanmaktadır. Böylece her din, tek ve üstün gerçeği temsil ettiğini ileri sürdüğünden dinler arasında bir birlik görülmemektedir.
Çok ileri ve üstün bir din olan İslamiyet, kısa sürede inanç sistemini birçok millete benimsetmiştîr. Hazreti Muhammed'in ölümünden sonra Müslümanlık hızla gelişti. Büyük İslam bilginleri, ilk çağın akılcı filozoflarını yeniden gün ışığına çıkardılar, öyle ki, Batılı bilginler bu filozofları Müslümanlardan öğrendiler. Müslümanlık bu akıl çağında büyük aşamalar yaptı. Tanrı'nın insanlara doğru yolu görmesi için akıl verdiğini söyleyen bilginler, İslam dininin ilerlemesinde büyük rol oynamışlardır. Onları destekleyen halifeler de çıkmıştır. Böylece Müslümanlık aşağı yukarı üç yüz yıl Tanrı'nın gösterdiği yolda gelişmiştir. Akla dayanan bu gelişme sırasında İslam Hukuku da günlük hayata uydurulmuştur. Ne yazık ki, bir süre sonra bu gelişme durdu, İslam dünyasında aklın yerini, tutucu ve durgun bir inanç kapladı. Bu görüşün sahipleri, akıl yolu ile değil, sadece inançla yaşamak gerektiğini savunuyorlardı. Bu görüş kısa sürede yaygınlaştı, İslam dini ve hukuku donup kaldı. Buna karşılık akıl yolunu Müslümanlardan öğrenen Batılılar, bu esasları geliştirmekteydiler.
İşte Türkler Müslüman oldukları vakit, İslam dünyasında durgunluk başlamıştı. Türkler, üstün yetenekleriyle kısa sürede İslam dünyasına egemen oldular. Çok içten inandıkları Müslümanlığı Hıristiyanlara karşı korudular, İslamiyet'i Anadolu'ya ve Balkanlar'a yaydılar, ama onlar güçlerinin doruğunda iken Batı'da da akıl çağı başlamıştı. Büyük akılcılar, bir zamanlar Müslüman bilginlerin dedikleri gibi Tanrı'nın insanlara verdiği en büyük hazine olarak akılı gördüler. Böylece Batı'da bilim ve hukuk akla dayandırılmaya başladı. Burada hemen şunu belirtmekte yarar vardır: Bu büyük akılcı akıma karşı, orada da kilise direnmiştir. Ancak bu direnme yeni mezheplerin (Protestanlık) doğmasına yol açtı. Bu yüzden Hıristiyan dininin bir bütün olarak akılcılığa karşı durması imkanı kalmadı. Kilise giderek yenilikleri kabul etmeye başladı. Nihayet XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilali ile laiklik, devlet ve hukuk düzenine egemen oldu. Yani devlet, dinin etkisinden arıtıldı. Ama aynı zamanda din özgürlüğü de kabul edilerek, devletin vatandaşın vicdanına karışmayacağı, herkesin inancında serbest olduğu esası konuldu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun bu gelişmenin dışında kaldığını biliyoruz. Atatürk belki de İslamiyet'in parlak çağına dönüş yaparak, zamana ve akla uymayan, eskiyen hukuk kurallarını bir yana bırakarak devleti laikleştirmiştir. Ama İslamiyet'in inanç ve ibadete dayanan kurallarına hiç dokunmamıştır.
Atatürk kesinlikle dinsiz değildi. Şu sözleri söyleyen Atatürk'ün dinsiz olduğu, laiklikle dinsizliği getirdiği söylenebilir mi?
"Tanrı birdir, büyüktür. Bizim dinimiz en makul (akla uygun) ve tabii (doğal) bir dindir. Ve ancak bundan dolayı da son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması gerektir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur... Ey millet, Allah birdir, sanı büyüktür. Peygamberimiz, Efendimiz Cenab-ı Hak tarafından insanlara dinin gerçeklerini bildirmeye memur ve elçi olmuştur... İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor. Bu sebeple en mükemmel dindir... Varlık dünyasının bütün kanunlarını yapan Cenab-ı Hak'tır... Dinime, gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum". Atatürk bunlar gibi daha birçok söz söylemiştir.
Atatürk'ün akla uygun bir uygulama istediğini belirten şu sözleri, ne derin anlamlar taşımaktadır: "Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler modern olmayı kafir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannı (düşünce)dır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı; Müslümanların kafirlere tutsak olmasını istemek değil de nedir?"
"Bizim dinimiz milletimize, düşkün, miskin ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Tam tersi, Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve şerefini korumalarını buyuruyor... Bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar (ölçüt) vardır. Bu miyar ile hangi şeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki, akla, mantığa, toplumun çıkarlarına uygundur, biliniz ki o, bizim dinimize de uygundur, o şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı, en mükemmel ve en son din olmazdı".
Görülüyor ki, Atatürk bilgisiz ve çıkarcı kimselerin milleti din adına sömürmesine karşıdır. O, devlete, hukuka ve bilime can verecek kuralların akla, mantığa uygun olmasını istemektedir. Atatürk, daha 1927 yılında dinin siyaset aracı olarak kullanılmasından doğacak sakıncaları ve çıkar düşkünlerini şöyle anlatmıştır: "Masum halka beş vakit namazdan başka, geceleri de namaz kılmayı vaaz etmek ve öğütlemek, belki de ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından vaki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?" Atatürk'ün yıllarca önce söylediği bu sözler ne kadar düşündürücüdür.
Laiklik devletin temeli olunca, akla dayanan uygulamalarla millet zaman yitirmeden çalışma ve kalkınma imkanı bulur. Devlet vatandaşın inancına karışamaz; daha önce de belirtildiği gibi inançlar çeşitlidir. Herkesi bir doğrultuda inanca zorlamak olmaz. Bu her şeyden önce demokrasiye aykırıdır. Demokrasi, bir özgürlük rejimidir. Bu sebeple demokrasilerde devletin tek bir dini vatandaşlara benimsetmeye çalışması düşünülemez. Bu davranış demokrasi kavramına uymaz. Hem Kur'an "dinde zorlama yoktur" diyor. Bundan başka Kur'an ve Hazreti Muhammed devlet yönetiminde akla dayanılmasını isteyen pek çok buyruklar vermiştir.
Demek ki, laiklik vatandaş inancının en sağlam güvencesi oluyor. İnanç özgürlüğü devletçe sağlanıyor. Herkes inancında ve ibadetinde serbesttir. Laikliği, resmi politikası dinsizlik olan rejimlerden kesinlikle ayrı tutmak gerekir. O tür rejimlerde devlet dine karşıdır. Vatandaşın dinsiz olarak yetişmesi için gereken her türlü tedbiri alır. Atatürkçü laiklikte ise, devlet işlerine karıştırılmaması koşulu ile tam bir din ve inanç özgürlüğü vardır.
Türk Devleti aynı zamanda nüfusumuzun yüzde doksan beşinden fazlasının inanç sahibi Müslüman olduğu gerçeğini de görmüştür. Müslümanların inanç ve ibadet hizmetlerini devlet yüklenmiştir. Din eğitim ve öğretimi yapan kurumlar açılmış, buralarda Atatürkçü, aydın, akılcı, laik din adamları yetiştirmeye hız verilmiştir. Hiçbir dönemde Anadolu'da Cumhuriyet dönemindeki kadar cami yapılmamıştır.
Türk milleti ve devleti varlığını ancak inanç özgürlüğü içinde, çağın gereği olan akıl ve bilim kavramlarının yolunda, insancıl bir laikliği benimseyerek sürdürebilir. Geriye dönüş mümkün değildir. Böyle bir tutum zamana ayak uyduramamak, çağın dışında kalmak olur.
Atatürk'ün Laiklik ile ilgili bazı sözleri
- "Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir." (1930)
- "Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir." (1930)
- "Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz." (1926)
Laikliğin kısa tanımı, devlet düzeninin ve hukuk kurallarının dine değil, akla ve bilime dayandırılmasıdır.
Çok uzun bir zaman hemen hemen bütün insan toplulukları, dinlerin koyduğu esaslara göre yönetilmişlerdir. Çünkü insanların akıl ve bilim alanlarında olgunlaşması kolay olmamış, uzun bir zaman almıştır. Bu dönemde insanlar, kendi akıl ve iradeleri dışında kalan birtakım güçler tarafından yönetildiklerini kabul ederek rahatlamışlardır. Bu sebeple, devletlerle özdeşleyen dinler ve din adamları, giderek büyük ölçüde güçlenmiş, gelişen insan zekasının önüne engeller koyarak varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır.
Dinler, inanç kavramına dayanırlar, ister ilkel olsun, ister gelişmiş, her dinin temeli belli varlıklara ve olgulara tartışmadan inanmaktır, insanlar özellikle ölüm gibi en ürkütücü olay karşısında inanç dünyalarını zenginleştirmiş, dinsiz yaşayamaz duruma gelmişlerdir. İnsanoğlunun evren ve ölüm karşısındaki çaresizliği, zengin inanç sistemleri doğurmuştur. Bu çaresizliğe karşı tek sığınılacak yerin din oluşu, dinlerin insanları yönetmesi sonucunu vermiştir, ilk zamanlar için bu bir zorunluluktu. İnsanlar arasında düzen ve barışı sağlamak için dinin buyruklarına ihtiyaç vardı. Ölümsüzlüğe erişmek isteyen insanları, hayatta iyi davranışlara yönlendirmek için dinler hukuk kuralları da koydular ve bu kuralların uygulanmasına titizlik gösterdiler.
Özellikle ileri dinlerin koyduğu baş hukuk kuralları, aynı zamanda evrensel ahlakı da yansıtır. Hiçbir din, insanlara erdemsiz yaşamayı, hırsızlığı, yalancılığı, zinayı, adam öldürmeyi buyurmaz. Tersine, bütün dinler ahlaklı ve erdemli yaşamayı buyururlar. Dinler arasındaki farklılıklar, Tanrı ve ibadet anlayışından kaynaklanmaktadır. Böylece her din, tek ve üstün gerçeği temsil ettiğini ileri sürdüğünden dinler arasında bir birlik görülmemektedir.
Çok ileri ve üstün bir din olan İslamiyet, kısa sürede inanç sistemini birçok millete benimsetmiştîr. Hazreti Muhammed'in ölümünden sonra Müslümanlık hızla gelişti. Büyük İslam bilginleri, ilk çağın akılcı filozoflarını yeniden gün ışığına çıkardılar, öyle ki, Batılı bilginler bu filozofları Müslümanlardan öğrendiler. Müslümanlık bu akıl çağında büyük aşamalar yaptı. Tanrı'nın insanlara doğru yolu görmesi için akıl verdiğini söyleyen bilginler, İslam dininin ilerlemesinde büyük rol oynamışlardır. Onları destekleyen halifeler de çıkmıştır. Böylece Müslümanlık aşağı yukarı üç yüz yıl Tanrı'nın gösterdiği yolda gelişmiştir. Akla dayanan bu gelişme sırasında İslam Hukuku da günlük hayata uydurulmuştur. Ne yazık ki, bir süre sonra bu gelişme durdu, İslam dünyasında aklın yerini, tutucu ve durgun bir inanç kapladı. Bu görüşün sahipleri, akıl yolu ile değil, sadece inançla yaşamak gerektiğini savunuyorlardı. Bu görüş kısa sürede yaygınlaştı, İslam dini ve hukuku donup kaldı. Buna karşılık akıl yolunu Müslümanlardan öğrenen Batılılar, bu esasları geliştirmekteydiler.
İşte Türkler Müslüman oldukları vakit, İslam dünyasında durgunluk başlamıştı. Türkler, üstün yetenekleriyle kısa sürede İslam dünyasına egemen oldular. Çok içten inandıkları Müslümanlığı Hıristiyanlara karşı korudular, İslamiyet'i Anadolu'ya ve Balkanlar'a yaydılar, ama onlar güçlerinin doruğunda iken Batı'da da akıl çağı başlamıştı. Büyük akılcılar, bir zamanlar Müslüman bilginlerin dedikleri gibi Tanrı'nın insanlara verdiği en büyük hazine olarak akılı gördüler. Böylece Batı'da bilim ve hukuk akla dayandırılmaya başladı. Burada hemen şunu belirtmekte yarar vardır: Bu büyük akılcı akıma karşı, orada da kilise direnmiştir. Ancak bu direnme yeni mezheplerin (Protestanlık) doğmasına yol açtı. Bu yüzden Hıristiyan dininin bir bütün olarak akılcılığa karşı durması imkanı kalmadı. Kilise giderek yenilikleri kabul etmeye başladı. Nihayet XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilali ile laiklik, devlet ve hukuk düzenine egemen oldu. Yani devlet, dinin etkisinden arıtıldı. Ama aynı zamanda din özgürlüğü de kabul edilerek, devletin vatandaşın vicdanına karışmayacağı, herkesin inancında serbest olduğu esası konuldu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun bu gelişmenin dışında kaldığını biliyoruz. Atatürk belki de İslamiyet'in parlak çağına dönüş yaparak, zamana ve akla uymayan, eskiyen hukuk kurallarını bir yana bırakarak devleti laikleştirmiştir. Ama İslamiyet'in inanç ve ibadete dayanan kurallarına hiç dokunmamıştır.
Atatürk kesinlikle dinsiz değildi. Şu sözleri söyleyen Atatürk'ün dinsiz olduğu, laiklikle dinsizliği getirdiği söylenebilir mi?
"Tanrı birdir, büyüktür. Bizim dinimiz en makul (akla uygun) ve tabii (doğal) bir dindir. Ve ancak bundan dolayı da son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması gerektir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur... Ey millet, Allah birdir, sanı büyüktür. Peygamberimiz, Efendimiz Cenab-ı Hak tarafından insanlara dinin gerçeklerini bildirmeye memur ve elçi olmuştur... İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor. Bu sebeple en mükemmel dindir... Varlık dünyasının bütün kanunlarını yapan Cenab-ı Hak'tır... Dinime, gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum". Atatürk bunlar gibi daha birçok söz söylemiştir.
Atatürk'ün akla uygun bir uygulama istediğini belirten şu sözleri, ne derin anlamlar taşımaktadır: "Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler modern olmayı kafir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannı (düşünce)dır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı; Müslümanların kafirlere tutsak olmasını istemek değil de nedir?"
"Bizim dinimiz milletimize, düşkün, miskin ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Tam tersi, Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve şerefini korumalarını buyuruyor... Bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar (ölçüt) vardır. Bu miyar ile hangi şeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki, akla, mantığa, toplumun çıkarlarına uygundur, biliniz ki o, bizim dinimize de uygundur, o şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı, en mükemmel ve en son din olmazdı".
Görülüyor ki, Atatürk bilgisiz ve çıkarcı kimselerin milleti din adına sömürmesine karşıdır. O, devlete, hukuka ve bilime can verecek kuralların akla, mantığa uygun olmasını istemektedir. Atatürk, daha 1927 yılında dinin siyaset aracı olarak kullanılmasından doğacak sakıncaları ve çıkar düşkünlerini şöyle anlatmıştır: "Masum halka beş vakit namazdan başka, geceleri de namaz kılmayı vaaz etmek ve öğütlemek, belki de ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından vaki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?" Atatürk'ün yıllarca önce söylediği bu sözler ne kadar düşündürücüdür.
Laiklik devletin temeli olunca, akla dayanan uygulamalarla millet zaman yitirmeden çalışma ve kalkınma imkanı bulur. Devlet vatandaşın inancına karışamaz; daha önce de belirtildiği gibi inançlar çeşitlidir. Herkesi bir doğrultuda inanca zorlamak olmaz. Bu her şeyden önce demokrasiye aykırıdır. Demokrasi, bir özgürlük rejimidir. Bu sebeple demokrasilerde devletin tek bir dini vatandaşlara benimsetmeye çalışması düşünülemez. Bu davranış demokrasi kavramına uymaz. Hem Kur'an "dinde zorlama yoktur" diyor. Bundan başka Kur'an ve Hazreti Muhammed devlet yönetiminde akla dayanılmasını isteyen pek çok buyruklar vermiştir.
Demek ki, laiklik vatandaş inancının en sağlam güvencesi oluyor. İnanç özgürlüğü devletçe sağlanıyor. Herkes inancında ve ibadetinde serbesttir. Laikliği, resmi politikası dinsizlik olan rejimlerden kesinlikle ayrı tutmak gerekir. O tür rejimlerde devlet dine karşıdır. Vatandaşın dinsiz olarak yetişmesi için gereken her türlü tedbiri alır. Atatürkçü laiklikte ise, devlet işlerine karıştırılmaması koşulu ile tam bir din ve inanç özgürlüğü vardır.
Türk Devleti aynı zamanda nüfusumuzun yüzde doksan beşinden fazlasının inanç sahibi Müslüman olduğu gerçeğini de görmüştür. Müslümanların inanç ve ibadet hizmetlerini devlet yüklenmiştir. Din eğitim ve öğretimi yapan kurumlar açılmış, buralarda Atatürkçü, aydın, akılcı, laik din adamları yetiştirmeye hız verilmiştir. Hiçbir dönemde Anadolu'da Cumhuriyet dönemindeki kadar cami yapılmamıştır.
Türk milleti ve devleti varlığını ancak inanç özgürlüğü içinde, çağın gereği olan akıl ve bilim kavramlarının yolunda, insancıl bir laikliği benimseyerek sürdürebilir. Geriye dönüş mümkün değildir. Böyle bir tutum zamana ayak uyduramamak, çağın dışında kalmak olur.
Atatürk'ün Laiklik ile ilgili bazı sözleri
- "Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir." (1930)
- "Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir." (1930)
- "Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz." (1926)
Halkçılık
Bir milleti oluşturan, çeşitli mesleklerin ve toplumsal grupların içinde bulunan
insanlara halk denir. Bu bakımdan halkçılık ilkesi hem cumhuriyetçilik, hem de
milliyetçilik ilkelerinin zorunlu bir sonucudur.
Atatürk'e göre millet ile halk aslında tek anlama gelmektedir. Halkçılık ise millet içindeki çeşitli insan gruplarının çıkarına ve yararına bir siyaset izlenmesi, halkın kendi kendini yönetmeye alıştırılmasıdır. Halkçılık, cumhuriyetçiliğin doğal bir sonucudur denildi ki, bu çok doğrudur. Cumhuriyet, halkın kendi yöneticilerini kendi içinden seçmesi anlamına gelmektedir. Böylece cumhuriyet rejimi, bir halk rejimi olmaktadır. Aynı biçimde, halkçılık, milliyetçiliğin de bir sonucudur. Millet halktan oluştuğuna göre, milliyetçilik, Türk halkının mutluluğu için çalışmak, ortak geçmişe ve geleceğe halkla birlikte bağlanmak demektir.
Atatürk, daha TBMM açılır açılmaz, yeni kurulan devletin bir halk devleti olduğunu belirten pek çok konuşmalar yapmıştır. Artık halk, bir kişi tarafından yönetilmemekte, kendi kendini yönetmektedir. Halkçılık ilkesinin uygulanması ayrıca, toplumda hiç kimsenin diğerinden üstün olmamasının, kanun önünde kesin eşitliğin kabulü anlamına da gelmektedir. Gerçek halkçılıkta hiçbir toplumsal gruba, zümreye ayrıcalık tanınmaz. Halk her bakımdan birbirine eşit kimselerden oluşur.
Bugün bazı rejimler halkı yalnız belli bir grup insandan ibaret saymaktadırlar. Bu rejimlerin adı olan halk cumhuriyeti yanıltıcıdır. Çünkü sadece belli bir grup halkın devleti anlamına gelmektedir. Gerçek budur. Ama Atatürkçü halk devletinin uzaktan yakından böyle bir anlam taşımadığı ve belirtmediği hemen söylenmelidir.
Atatürkçü halk devleti, Türk halkının tümünü, yani Türk milletini kapsamına alır. Böyle bir halkçılık anlayışı, gerçek demokrasinin kurulması için gerekli olan ortamı en iyi biçimde hazırlar.
Atatürk'ün Halkçılık ile ilgili bazı sözleri
- "İç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yani milletin bizzat kendi geleceğine sahip olması esası Anayasamız ile tespit edilmiştir." (1921)
- "Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum istemidir." (1921)
- "Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil, fakat kişisel ve sosyal hayat için işbölümü itibariyle çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek, esas prensiplerimizdendir." (1923)
Atatürk'e göre millet ile halk aslında tek anlama gelmektedir. Halkçılık ise millet içindeki çeşitli insan gruplarının çıkarına ve yararına bir siyaset izlenmesi, halkın kendi kendini yönetmeye alıştırılmasıdır. Halkçılık, cumhuriyetçiliğin doğal bir sonucudur denildi ki, bu çok doğrudur. Cumhuriyet, halkın kendi yöneticilerini kendi içinden seçmesi anlamına gelmektedir. Böylece cumhuriyet rejimi, bir halk rejimi olmaktadır. Aynı biçimde, halkçılık, milliyetçiliğin de bir sonucudur. Millet halktan oluştuğuna göre, milliyetçilik, Türk halkının mutluluğu için çalışmak, ortak geçmişe ve geleceğe halkla birlikte bağlanmak demektir.
Atatürk, daha TBMM açılır açılmaz, yeni kurulan devletin bir halk devleti olduğunu belirten pek çok konuşmalar yapmıştır. Artık halk, bir kişi tarafından yönetilmemekte, kendi kendini yönetmektedir. Halkçılık ilkesinin uygulanması ayrıca, toplumda hiç kimsenin diğerinden üstün olmamasının, kanun önünde kesin eşitliğin kabulü anlamına da gelmektedir. Gerçek halkçılıkta hiçbir toplumsal gruba, zümreye ayrıcalık tanınmaz. Halk her bakımdan birbirine eşit kimselerden oluşur.
Bugün bazı rejimler halkı yalnız belli bir grup insandan ibaret saymaktadırlar. Bu rejimlerin adı olan halk cumhuriyeti yanıltıcıdır. Çünkü sadece belli bir grup halkın devleti anlamına gelmektedir. Gerçek budur. Ama Atatürkçü halk devletinin uzaktan yakından böyle bir anlam taşımadığı ve belirtmediği hemen söylenmelidir.
Atatürkçü halk devleti, Türk halkının tümünü, yani Türk milletini kapsamına alır. Böyle bir halkçılık anlayışı, gerçek demokrasinin kurulması için gerekli olan ortamı en iyi biçimde hazırlar.
Atatürk'ün Halkçılık ile ilgili bazı sözleri
- "İç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yani milletin bizzat kendi geleceğine sahip olması esası Anayasamız ile tespit edilmiştir." (1921)
- "Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum istemidir." (1921)
- "Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil, fakat kişisel ve sosyal hayat için işbölümü itibariyle çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek, esas prensiplerimizdendir." (1923)
Milliyetçilik
Ait olduğu milletin varlığını sürdürmesi ve yüceltmesi için diğer bireylerle
birlikte çalışmaya, bu çalışmayı ve bilinci, diğer kuşaklara da yansıtmaya
"milliyetçilik" denilir. Şu tanıma göre milliyetçiliğin en önemli öğesi "millet"
olmaktır. Öyle ise millet nedir?
Bir insan topluluğuna millet diyebilmek için bazı niteliklerin o toplumda olup olmadığı saptanmalıdır. Bazı anlayış biçimlerine göre, bir topluluğun millet sayılabilmesi için ırk birliği yeter. Bu eksik bir görüştür. Aynı ırktan olmadıkları halde bugün milletlikleri tartışılmaz topluluklar vardır, İsviçreliler ve Amerikalılar gibi. Bazılarına göre ise millet olmanın baş şartı aynı dili konuşabilmektir. Bu da her zaman doğru sayılamayacak bir görüştür. İsviçre'de üç ayrı dil konuşulur ama bütün İsviçreliler bir millettirler. Buna karşılık aynı dili konuşan pek çok Arap milleti vardır. Iraklılar ile Faslılar aynı dili konuştukları halde aralarında büyük farklar bulunur, ikisi de ayrı birer millet sayılabilirler.
Kimileri de millet olmanın baş şartı olarak din birliğini kabul ederler. Kuşkusuzdur ki, artık bu da savunulamaz bir görüştür. Bugün dünyanın en büyük milletlerinden sayılan Japonların içinde çok çeşitli dinler vardır. Gene ayrı birer din gibi kabul edilebilecek Katoliklik ile Protestanlık Almanya'da, Amerika'da yan yana yaşamaktadır. Ama aynı dinden oldukları halde Müslümanlar hiçbir zaman tek millet sayılamamışlardır.
Öyle ise sayılan bütün bu şartlar bir insan topluluğunun millet olmasına yetmemektedir. Aynı toprak parçası üstünde yaşayan insanların millet olması için ilk şart, ortak bir geçmişe, kader birliğine, ortak bir gelecek hedefine sahip olmaktır. Bu, en tutarlı ve geçerli görüştür. Milliyet bağı böylece maddi olmaktan çok manevi bir ilişkidir. Bu görüşü benimseyen Atatürk, milleti şöyle tanımlamaktadır: Bir insan topluluğunun millet sayılabilmesi için "zengin bir hatıra mirasına, birlikte yaşamak hususunda ortak istekte samimi olmaya, sahip olunan mirasın korunmasını birlikte sürdürebilmek konusunda iradelerin ortak bulunmasına, gelecekte gerçekleştirilecek programın aynı olmasına, birlikte sevinmiş, birlikte aynı ümitleri beslemiş olmaya" ihtiyaç vardır, işte bu ana şartları taşıyan bir insan topluluğu millet sayılır. Gene Atatürk'e göre, bu şartların doğal sonucu, ortak milli bir düşünce, ideal ve en önemlisi ortak dilin ortaya çıkmasıdır. Gerçi dil birliği millet olmanın baş şartı değildir ama insanları düşünce, ruh ve kültür açısından birbirine bağlayan ana dilin, pek çok millette tek olduğunu da unutmamak gerekir.
Görülüyor ki, Atatürk, Türk milletini ırk veya din esası üzerine oturtmamıştır. Zaten akılcı bir yaklaşımla buna imkan da yoktur. Özellikle Anadolu'daki Türk toplulukları başka ırklarla, yüzlerce yıldan beri kaynaşmış durumdadırlar. Anadolu'nun uygarlıkları birbirine bağlayan bir bağ olması bu sonucu doğurmuştur.
Atatürk'ün millet anlayışı akılcı ve insancıldır. Atatürk'e göre bir milleti başka milletlerden ayıran nitelikler vardır. Her millet kendi yetenekleri, kültürü ve imkanları çerçevesinde kendini diğerlerine kabul ettirmek ve mutlu yaşamak zorundadır, işte bir milletin bireylerinin bu biçimdeki davranışları milliyetçiliktir. Türk milliyetçiliğinin amacı, Türk'ün her alanda yükselmesi, yücelmesidir.
Atatürk'e göre, "asıl olan millettir, ilham ve güç kaynağı milletin kendisidir. Bir millet için mutluluk olan bir şey, diğer bir millet için felaket olabilir. Aynı sebepler ve şartlar birini mutlu ettiği halde, diğerlerini mutsuz kılabilir", öyle ise, her millet akıl ve bilim yolu ile yalnız kendi değerlerini ve çıkarlarını bulmalıdır. "Türk milliyetçisi, gelişme ve ilerleme yolunda ve uluslararası ilişkilerde bütün çağdaş milletlere paralel olarak, onlarla bir uyum içinde yürüyecektir. Ama bunu yaparken Türk milletinin özelliklerini, bağımsız kişiliğini koruyacaktır. Türk milliyetçisi diğer milletlerin hakkına, bağımsızlığına saygı gösterecektir. Ancak böylelikle diğer milletlerden de saygı görecektir. Kimsenin yurdunda gözümüz yoktur. Çünkü her milletin yurdu kutsaldır. Türk, büyük gücünü ancak haklarına saldırı olduğu zaman kullanacaktır".
Atatürk, bütün milletlere saygı duyar, ama onların hepsinin üstünde Türk'ü görür. Ona göre, "Dünya yüzünde Türk'ten daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlık tarihinde görülmemiştir". Atatürk, tarih alanındaki olağanüstü çalışmalarıyla Türk'ün geçmişini aydınlatarak bu görüşe erişmiştir. Böylesine üstün bir milletin yurdu da kutsaldır. Vatan sevgisi, milliyetçiliğin önde gelen öğelerindendir; "Vatanımız, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını sürdüren eserleri ile bugünkü yurttur. Vatan hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez ve bütündür".
Mademki vatan kutsaldır ve bir bütündür, öyle ise "Memleketi doğu ve batı diye ikiye ayırmak doğru değildir". Çünkü yurdumuz kutsaldır. "Yurt toprağı, sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk milletini ebedi hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın".
Atatürk'ün Türk milliyetçiliği üzerinde bu kadar çok durmasının derin sebepleri vardır. Bu sebepler de gene tarihten kaynaklanmaktadır.Türklerin dünya tarihine ve uygarlıklara yaptığı üstün hizmetler bilinmektedir. Ama ne yazık ki, Türklerin kurduğu en büyük, en görkemli devletlerden Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısı, tam bir milliyetçilik anlayışının doğmasına imkan vermemiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda her bakımdan birbirinden farklı çok çeşitli uluslar yaşardı. Bunu biliyoruz. XVIII. yüzyıl sonlarına kadar dünyada milliyet ilkesi pek bilinmiyordu. Gerçi devletler kuran milletler, kendi yaşama biçimlerini, kültürlerini, anlayışlarını geliştiriyor, dillerini kullanıyorlardı, bağımsızlıklarını koruyorlardı. Ancak bunları belli bir millete bağlı olma bilinci içinde değil, belki toplumsal bir zorunluluk olarak yapıyorlardı. Millete benlik veren milliyetçilik değil, din idi. Her millet mensup olduğu dinin buyruklarına ve kalıplarına uyarak yaşıyordu.
XVII. yüzyıldan itibaren Batı'da iyice güçlenen akılcılık, aynı zamanda milliyetçiliği doğurmuştur. Batıda, çeşitli milletlere mensup olan düşünürler, her milletin diğerinden farklı olduğunu görmüşler, insanları dinin değil, milliyetin ilk planda birbirine bağlamasının akla uygun olduğunu anlamışlardır. Böylece milliyetçilik Batı'da gelişerek siyasal hayata girdi. XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilali ve onu izleyen büyük inkılapla, milli devlet ve dolayısıyla milliyetçilik hızla bütün dünyaya yayılmaya başladı.
Özellikle çok uluslu devletler için milliyetçilik akımı bir felaketti. Milliyetçilik akımının çok uluslu bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu için önem taşıdı, imparatorluk sınırları içinde yaşayan ve Türk olmayan çeşitli uluslar bağımsızlık isteği ile ayaklandılar. Osmanlı devlet adamları buna karşı bir çare aradılar: Din ayrımını kaldırarak ülkede yaşayan herkesi "Osmanlı" ilan ettiler. Ama bu kesin bir çözüm yolu değildi. Milliyetçilik bir büyük akımdı ve bu hareketi böyle bir davranışla önlemek mümkün değildi. Nitekim ülkede yaşayan uluslar birer ikişer ayaklanarak Osmanlı yönetiminden kopuyor, kendi milli devletlerini kurarak bağımsızlıklarını ilan ediyorlardı.
Bu durum karşısında bazı Türk düşünürleri milliyetçilik akımının önlenemeyeceğini anlamaya başladılar. Şimdi yapılması gerekli olan, elde kalan ve üzerlerinde Türklerin yaşadığı vatan topraklarım, yeni milli devletlerin sataşmalarından kurtarmaktı. Hiç değilse bundan sonra Türk, vatanına sahip çıkmalıydı. Böylece, imparatorluk sınırları içinde yaşayan çeşitli milletler arasında en son, Türklerin milliyetçilik anlayışı doğmuştur. Bu da XX. yüzyıl başlarına denk düşmektedir.
Türk milliyetçiliği doğarken, yalnız Türklerin değil, bütün Müslümanların tek millet olması gereğini ileri sürenler de çıktı. Ama Müslüman Osmanlı vatandaşı olan Arapların Birinci Dünya Savaşı’nda, Hıristiyan düşmanlarımızla iş birliği yaparak bizi arkadan vurmaları, milletin dine dayandırılamayacağını çok açık ve acı biçimde göstermiştir.
Atatürk, yeni Türk Devleti'ni kurduğu vakit durum bu idi. Bütün millete Türklüğünü anlatmak, göstermek, bu çok önemli konu üzerinde durmak gerekiyordu. Artık çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışmıştı. Anadolu'da ve Doğu Trakya'da yalnız Türkler yaşıyordu. Atatürk, Lozan Konferansı’nda Türkiye'de yaşayan Rumları Yunanistan'a yollamayı başarmıştı. Engin ve büyük bir tarihe sahip olan Türkler, artık Türkiye'de en yüksek oranda çoğunlukta idiler. Milli devlet kurulabilirdi. Bu bölümün başında belirtildiği gibi, her millet kendi yücelmesini, kendi yetenekleriyle sağlar. Bunun için de katıksız bir milliyetçilik gereklidir.
Atatürk, yaşadığı sürece hep Türk milliyetçiliğini geliştirmeye çalışmıştır. "Ne mutlu Türk'üm diyene" sözü, milletimiz yaşadıkça anlamı yücelecek çok üstün bir görüşün simgesidir.
Atatürk'ün Milliyetçilik ile ilgili bazı sözleri
- "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına, Türk milleti denir." (1930)
- "Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır." (1923)
- "Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de, o kadar kuvvetli olur." (1923)
- "Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere saygı duyarız. Onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz her halde bencil ve gururlu bir milliyetperverlik değildir." (1920)
Bir insan topluluğuna millet diyebilmek için bazı niteliklerin o toplumda olup olmadığı saptanmalıdır. Bazı anlayış biçimlerine göre, bir topluluğun millet sayılabilmesi için ırk birliği yeter. Bu eksik bir görüştür. Aynı ırktan olmadıkları halde bugün milletlikleri tartışılmaz topluluklar vardır, İsviçreliler ve Amerikalılar gibi. Bazılarına göre ise millet olmanın baş şartı aynı dili konuşabilmektir. Bu da her zaman doğru sayılamayacak bir görüştür. İsviçre'de üç ayrı dil konuşulur ama bütün İsviçreliler bir millettirler. Buna karşılık aynı dili konuşan pek çok Arap milleti vardır. Iraklılar ile Faslılar aynı dili konuştukları halde aralarında büyük farklar bulunur, ikisi de ayrı birer millet sayılabilirler.
Kimileri de millet olmanın baş şartı olarak din birliğini kabul ederler. Kuşkusuzdur ki, artık bu da savunulamaz bir görüştür. Bugün dünyanın en büyük milletlerinden sayılan Japonların içinde çok çeşitli dinler vardır. Gene ayrı birer din gibi kabul edilebilecek Katoliklik ile Protestanlık Almanya'da, Amerika'da yan yana yaşamaktadır. Ama aynı dinden oldukları halde Müslümanlar hiçbir zaman tek millet sayılamamışlardır.
Öyle ise sayılan bütün bu şartlar bir insan topluluğunun millet olmasına yetmemektedir. Aynı toprak parçası üstünde yaşayan insanların millet olması için ilk şart, ortak bir geçmişe, kader birliğine, ortak bir gelecek hedefine sahip olmaktır. Bu, en tutarlı ve geçerli görüştür. Milliyet bağı böylece maddi olmaktan çok manevi bir ilişkidir. Bu görüşü benimseyen Atatürk, milleti şöyle tanımlamaktadır: Bir insan topluluğunun millet sayılabilmesi için "zengin bir hatıra mirasına, birlikte yaşamak hususunda ortak istekte samimi olmaya, sahip olunan mirasın korunmasını birlikte sürdürebilmek konusunda iradelerin ortak bulunmasına, gelecekte gerçekleştirilecek programın aynı olmasına, birlikte sevinmiş, birlikte aynı ümitleri beslemiş olmaya" ihtiyaç vardır, işte bu ana şartları taşıyan bir insan topluluğu millet sayılır. Gene Atatürk'e göre, bu şartların doğal sonucu, ortak milli bir düşünce, ideal ve en önemlisi ortak dilin ortaya çıkmasıdır. Gerçi dil birliği millet olmanın baş şartı değildir ama insanları düşünce, ruh ve kültür açısından birbirine bağlayan ana dilin, pek çok millette tek olduğunu da unutmamak gerekir.
Görülüyor ki, Atatürk, Türk milletini ırk veya din esası üzerine oturtmamıştır. Zaten akılcı bir yaklaşımla buna imkan da yoktur. Özellikle Anadolu'daki Türk toplulukları başka ırklarla, yüzlerce yıldan beri kaynaşmış durumdadırlar. Anadolu'nun uygarlıkları birbirine bağlayan bir bağ olması bu sonucu doğurmuştur.
Atatürk'ün millet anlayışı akılcı ve insancıldır. Atatürk'e göre bir milleti başka milletlerden ayıran nitelikler vardır. Her millet kendi yetenekleri, kültürü ve imkanları çerçevesinde kendini diğerlerine kabul ettirmek ve mutlu yaşamak zorundadır, işte bir milletin bireylerinin bu biçimdeki davranışları milliyetçiliktir. Türk milliyetçiliğinin amacı, Türk'ün her alanda yükselmesi, yücelmesidir.
Atatürk'e göre, "asıl olan millettir, ilham ve güç kaynağı milletin kendisidir. Bir millet için mutluluk olan bir şey, diğer bir millet için felaket olabilir. Aynı sebepler ve şartlar birini mutlu ettiği halde, diğerlerini mutsuz kılabilir", öyle ise, her millet akıl ve bilim yolu ile yalnız kendi değerlerini ve çıkarlarını bulmalıdır. "Türk milliyetçisi, gelişme ve ilerleme yolunda ve uluslararası ilişkilerde bütün çağdaş milletlere paralel olarak, onlarla bir uyum içinde yürüyecektir. Ama bunu yaparken Türk milletinin özelliklerini, bağımsız kişiliğini koruyacaktır. Türk milliyetçisi diğer milletlerin hakkına, bağımsızlığına saygı gösterecektir. Ancak böylelikle diğer milletlerden de saygı görecektir. Kimsenin yurdunda gözümüz yoktur. Çünkü her milletin yurdu kutsaldır. Türk, büyük gücünü ancak haklarına saldırı olduğu zaman kullanacaktır".
Atatürk, bütün milletlere saygı duyar, ama onların hepsinin üstünde Türk'ü görür. Ona göre, "Dünya yüzünde Türk'ten daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlık tarihinde görülmemiştir". Atatürk, tarih alanındaki olağanüstü çalışmalarıyla Türk'ün geçmişini aydınlatarak bu görüşe erişmiştir. Böylesine üstün bir milletin yurdu da kutsaldır. Vatan sevgisi, milliyetçiliğin önde gelen öğelerindendir; "Vatanımız, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını sürdüren eserleri ile bugünkü yurttur. Vatan hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez ve bütündür".
Mademki vatan kutsaldır ve bir bütündür, öyle ise "Memleketi doğu ve batı diye ikiye ayırmak doğru değildir". Çünkü yurdumuz kutsaldır. "Yurt toprağı, sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk milletini ebedi hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın".
Atatürk'ün Türk milliyetçiliği üzerinde bu kadar çok durmasının derin sebepleri vardır. Bu sebepler de gene tarihten kaynaklanmaktadır.Türklerin dünya tarihine ve uygarlıklara yaptığı üstün hizmetler bilinmektedir. Ama ne yazık ki, Türklerin kurduğu en büyük, en görkemli devletlerden Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısı, tam bir milliyetçilik anlayışının doğmasına imkan vermemiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda her bakımdan birbirinden farklı çok çeşitli uluslar yaşardı. Bunu biliyoruz. XVIII. yüzyıl sonlarına kadar dünyada milliyet ilkesi pek bilinmiyordu. Gerçi devletler kuran milletler, kendi yaşama biçimlerini, kültürlerini, anlayışlarını geliştiriyor, dillerini kullanıyorlardı, bağımsızlıklarını koruyorlardı. Ancak bunları belli bir millete bağlı olma bilinci içinde değil, belki toplumsal bir zorunluluk olarak yapıyorlardı. Millete benlik veren milliyetçilik değil, din idi. Her millet mensup olduğu dinin buyruklarına ve kalıplarına uyarak yaşıyordu.
XVII. yüzyıldan itibaren Batı'da iyice güçlenen akılcılık, aynı zamanda milliyetçiliği doğurmuştur. Batıda, çeşitli milletlere mensup olan düşünürler, her milletin diğerinden farklı olduğunu görmüşler, insanları dinin değil, milliyetin ilk planda birbirine bağlamasının akla uygun olduğunu anlamışlardır. Böylece milliyetçilik Batı'da gelişerek siyasal hayata girdi. XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilali ve onu izleyen büyük inkılapla, milli devlet ve dolayısıyla milliyetçilik hızla bütün dünyaya yayılmaya başladı.
Özellikle çok uluslu devletler için milliyetçilik akımı bir felaketti. Milliyetçilik akımının çok uluslu bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu için önem taşıdı, imparatorluk sınırları içinde yaşayan ve Türk olmayan çeşitli uluslar bağımsızlık isteği ile ayaklandılar. Osmanlı devlet adamları buna karşı bir çare aradılar: Din ayrımını kaldırarak ülkede yaşayan herkesi "Osmanlı" ilan ettiler. Ama bu kesin bir çözüm yolu değildi. Milliyetçilik bir büyük akımdı ve bu hareketi böyle bir davranışla önlemek mümkün değildi. Nitekim ülkede yaşayan uluslar birer ikişer ayaklanarak Osmanlı yönetiminden kopuyor, kendi milli devletlerini kurarak bağımsızlıklarını ilan ediyorlardı.
Bu durum karşısında bazı Türk düşünürleri milliyetçilik akımının önlenemeyeceğini anlamaya başladılar. Şimdi yapılması gerekli olan, elde kalan ve üzerlerinde Türklerin yaşadığı vatan topraklarım, yeni milli devletlerin sataşmalarından kurtarmaktı. Hiç değilse bundan sonra Türk, vatanına sahip çıkmalıydı. Böylece, imparatorluk sınırları içinde yaşayan çeşitli milletler arasında en son, Türklerin milliyetçilik anlayışı doğmuştur. Bu da XX. yüzyıl başlarına denk düşmektedir.
Türk milliyetçiliği doğarken, yalnız Türklerin değil, bütün Müslümanların tek millet olması gereğini ileri sürenler de çıktı. Ama Müslüman Osmanlı vatandaşı olan Arapların Birinci Dünya Savaşı’nda, Hıristiyan düşmanlarımızla iş birliği yaparak bizi arkadan vurmaları, milletin dine dayandırılamayacağını çok açık ve acı biçimde göstermiştir.
Atatürk, yeni Türk Devleti'ni kurduğu vakit durum bu idi. Bütün millete Türklüğünü anlatmak, göstermek, bu çok önemli konu üzerinde durmak gerekiyordu. Artık çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışmıştı. Anadolu'da ve Doğu Trakya'da yalnız Türkler yaşıyordu. Atatürk, Lozan Konferansı’nda Türkiye'de yaşayan Rumları Yunanistan'a yollamayı başarmıştı. Engin ve büyük bir tarihe sahip olan Türkler, artık Türkiye'de en yüksek oranda çoğunlukta idiler. Milli devlet kurulabilirdi. Bu bölümün başında belirtildiği gibi, her millet kendi yücelmesini, kendi yetenekleriyle sağlar. Bunun için de katıksız bir milliyetçilik gereklidir.
Atatürk, yaşadığı sürece hep Türk milliyetçiliğini geliştirmeye çalışmıştır. "Ne mutlu Türk'üm diyene" sözü, milletimiz yaşadıkça anlamı yücelecek çok üstün bir görüşün simgesidir.
Atatürk'ün Milliyetçilik ile ilgili bazı sözleri
- "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına, Türk milleti denir." (1930)
- "Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır." (1923)
- "Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de, o kadar kuvvetli olur." (1923)
- "Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere saygı duyarız. Onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz her halde bencil ve gururlu bir milliyetperverlik değildir." (1920)
Cumhuriyetçilik
Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Cumhuriyette esas olan ilk öge, devlet
başkanının belli bir süre için seçilerek iş başına gelmesidir. Bu bakımdan
cumhuriyet, başta bir hükümdarın bulunduğu devlet biçimlerinden (monarşilerden)
ayrılır. Monarşilerde devletin başı, belli bir aile içinden çıkar, normal
koşullar altında, ölünceye kadar iş başında kalır. Yerine gene aynı aileden bir
başkası gelir. Her monarşide, aile içinden kimin hükümdar olacağı belli bazı
kurallara göre saptanır. Cumhuriyette devlet başkanı belli bir süre içinde
seçimle iş başına gelince, ileri gelen diğer kişilerin de seçimle belirlenmesi
gerekir. Bunlar genellikle o toplumda yasa koyacak kimselerdir.
Gerek devlet başkanının, gerek yasa koyma yetkisine sahip olanların seçimle iş başına gelmesi şartının kabulü ile cumhuriyet tam anlamıyla belirmiş sayılmaz. Şimdi sorun seçim üzerinde düğümlenecektir. Seçime kimler katılacaktır? Belli bir grup vatandaşa seçme ve seçilme hakkı verilirse belki dış görünüşü bakımından bir cumhuriyetle karşılaşılır. Böyle cumhuriyetler ilkçağ Yunan kent devletlerinde, bazı ortaçağ İtalyan ve Alman bölgelerinde (Venedik, Ceneviz cumhuriyetleri, Hansa kentleri gibi) görülmüştür. Bu tür eski cumhuriyetlerde seçime katılma hakkı sadece belli bir grup vatandaşa verilmişti. Onlar, yaptıkları seçimle iş başına gelen kadroya dayanarak tüm toplumu yönetiyorlardı. Bugünkü anlayışımıza göre bu tür cumhuriyetler amaca uygun birer rejim değillerdir. Onlara aristokratik veya oligarşik cumhuriyetler denilir.
Demek ki, cumhuriyet biçiminin amaca uygun olarak gerçekleşmesi için, belli bir olgunluk yaşına gelmiş her vatandaşın seçime katılması gerektir. Bu anlamıyla cumhuriyetler Amerika Birleşik Devletleri'nin kurulması ile doğmaya ve ancak büyük Fransız inkılâbından sonra yayılmaya başlamıştır. Gerçi ünlü düşünürler cumhuriyeti çok önceden kafalarında kurmuş ve tanımlamışlardır. Ancak uygulama XIX. yüzyılın sonuna doğru ortaya çıkmıştır. Seçme ve seçilme hakkının tüm vatandaşlara tanınması ve uygulamaya geçilmesiyle gerçek cumhuriyet kurulmuş ve işlemeye başlamıştır. Ancak bu devlet biçimini daha iyi ve köklü olarak yaşatmak, seçimin demokrasi şartlan içinde yapılması ile mümkündür. Yukarıda demokrasinin tanımı görülmüştü, işte gerçek cumhuriyet demokratik hayatla gerçekleşir.
Osmanlı İmparatorluğu, bir cumhuriyet değildi. Padişahlar Osmanlı ailesi içinden çıkarlardı. Devleti ve milleti yönetme yetkisi kesinlikle padişahındı. Gerçi meşrutiyet döneminde halkın oyu ile seçilmiş meclisler vardı. Ancak bu meclisler padişahın üstünde değildi, tersine, padişah bunların, yani millet isteğinin üzerinde idi. Son karar, son söz kesinlikle padişahındı.
Bu yönetim biçiminin sakıncalarını yaşanılan türlü olaylar göstermiştir. Atatürk, cumhuriyet ilanı ile devlet içinde karar verecek en yetkili ve son makam olarak milletin tanındığını belirtmiştir.
Atatürk, bir cumhuriyet aşığı idi. Daha kimse bu kelimeyi ağzına alamazken, genç Mustafa Kemal, padişahlık rejimine karşı çekinmeden saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin kurulması gereğini söyleyebiliyordu. Hele milli mücadeleye başlarken bunu açıkça belirtmişti. Erzurum Kongresi'nin açılacağı günlerde yakın arkadaşlarına cumhuriyetin kurulacağını anlatıyordu. Nihayet bilinen aşamalardan sonra cumhuriyet rejimine kavuştuk. Kişisel saltanata son verildi.
Atatürk, cumhuriyeti demokrasi içinde işleyen en ideal bir rejim olarak görmektedir. O şöyle söylüyor: "Demokrasinin bütün anlamıyla ideali, milletin tamamının aynı zamanda yöneten durumda bulunabilmesi, hiç olmazsa devletin son iradesini yalnız milletin ifade etmesini ve belirtmesini ister. Ne yazık ki, milletlerin nüfus çokluğu, düşünce eğitimi düzeyleri, idealin uygulanmasında, idealden büsbütün yoksunluğa yol açacak ihtiyatsızlıklardan kaçınmayı gerektirmektedir. Şu duruma göre demokrasi ilkesinin en modern ve mantıksal uygulamasını sağlayan hükümet biçimi, cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, milletçe seçilmiş meclisindir. Millet adına kanunları o yapar. Hükümete güven oyu verir, ya da vermez, onu düşürür. Millet, vekillerinden hoşnut kalmazsa başkalarını seçer. Cumhuriyette meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet bilirler ki, kendilerini iktidar ve yetki yerine belli bir zaman için getiren, irade ve egemenliğin sahibi olan millettir. Gücünün ve yetkisinin Tanrıdan geldiğini ve yalnız ona karşı ahirette hesap verebileceğini varsayan ve devleti, ülkeyi kendine mirasla kalmış bir malikane kabul eden bir hükümdar, kendini her türlü sınırlamadan uzak görür. Böyle bir yönetimde milletin benliği, özgürlüğü söz konusu dahi olamaz. Şu duruma göre, yetkileri sınırlı dahi olsa, hükümdarlık biçimi demokrasiye, milli egemenlik ilkesine uygun değildir".
Pek iyi anlaşılıyor ki, Atatürk, halkın kendini doğrudan doğruya yönetmesi demek olan demokrasiyi en ideal devlet biçimi kabul etmektedir. Ancak bütün bilginlerin de söyledikleri gibi, halk kendini doğrudan doğruya yönetemez, çünkü bugün milyonlarca kişinin bir araya gelerek her zaman devlet işlerini yürütmeleri mümkün değildir. Öyle ise demokrasiyi gerçekleştirmek ancak cumhuriyetle mümkündür. Cumhuriyette millet, yöneticileri belirli bir zaman için seçer, belli bir süre geçince, hoşnut kalmamışsa, onları görevden uzaklaştırır, işte cumhuriyet demokrasisi budur. Bu rejimin kişisel saltanattan çok daha iyi olduğu kuşkusuzdur.
Atatürk, belli kişilerin seçimle iş başına gelip, bir daha iktidardan ayrılmaması demek olan Faşizm ile, milletin tümüne değil de, sadece birkaç tabakaya dayanarak millet egemenliğini reddeden Bolşevizm'e karşı çok açık bir cephe almıştır. Her iki rejimin geliştiği bir dönemde millet egemenliğine dayalı cumhuriyete sıkı sıkıya bağlı kalması, yalnız bizim için değil, tüm insanlık için bir kıvanç kaynağıdır.
Atatürk'e göre, "Türk Milleti'nin tabiatına ve geleneklerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir." Atatürk, demokrasinin Osmanlı saltanatı içinde yeşeremediğini açıkça görmüştür. Demokrasi ancak cumhuriyetle kökleşip gelişebilirdi. Bunun içindir ki, Türk inkılabının baş ilkeleri arasında cumhuriyetçilik sayılmıştır. Milletin kendi yönetimi olan cumhuriyete içten bağlılık, yücelme yolunu aşmanın baş şartıdır.
Atatürk'ün Cumhuriyetçilik ile ilgili bazı sözleri
- "Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir." (1924)
- "Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir." (1933)
- "Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir." (1925)
- "Bugünkü hükümetimizin, devlet teşkilatımızın doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir." (1925)
Gerek devlet başkanının, gerek yasa koyma yetkisine sahip olanların seçimle iş başına gelmesi şartının kabulü ile cumhuriyet tam anlamıyla belirmiş sayılmaz. Şimdi sorun seçim üzerinde düğümlenecektir. Seçime kimler katılacaktır? Belli bir grup vatandaşa seçme ve seçilme hakkı verilirse belki dış görünüşü bakımından bir cumhuriyetle karşılaşılır. Böyle cumhuriyetler ilkçağ Yunan kent devletlerinde, bazı ortaçağ İtalyan ve Alman bölgelerinde (Venedik, Ceneviz cumhuriyetleri, Hansa kentleri gibi) görülmüştür. Bu tür eski cumhuriyetlerde seçime katılma hakkı sadece belli bir grup vatandaşa verilmişti. Onlar, yaptıkları seçimle iş başına gelen kadroya dayanarak tüm toplumu yönetiyorlardı. Bugünkü anlayışımıza göre bu tür cumhuriyetler amaca uygun birer rejim değillerdir. Onlara aristokratik veya oligarşik cumhuriyetler denilir.
Demek ki, cumhuriyet biçiminin amaca uygun olarak gerçekleşmesi için, belli bir olgunluk yaşına gelmiş her vatandaşın seçime katılması gerektir. Bu anlamıyla cumhuriyetler Amerika Birleşik Devletleri'nin kurulması ile doğmaya ve ancak büyük Fransız inkılâbından sonra yayılmaya başlamıştır. Gerçi ünlü düşünürler cumhuriyeti çok önceden kafalarında kurmuş ve tanımlamışlardır. Ancak uygulama XIX. yüzyılın sonuna doğru ortaya çıkmıştır. Seçme ve seçilme hakkının tüm vatandaşlara tanınması ve uygulamaya geçilmesiyle gerçek cumhuriyet kurulmuş ve işlemeye başlamıştır. Ancak bu devlet biçimini daha iyi ve köklü olarak yaşatmak, seçimin demokrasi şartlan içinde yapılması ile mümkündür. Yukarıda demokrasinin tanımı görülmüştü, işte gerçek cumhuriyet demokratik hayatla gerçekleşir.
Osmanlı İmparatorluğu, bir cumhuriyet değildi. Padişahlar Osmanlı ailesi içinden çıkarlardı. Devleti ve milleti yönetme yetkisi kesinlikle padişahındı. Gerçi meşrutiyet döneminde halkın oyu ile seçilmiş meclisler vardı. Ancak bu meclisler padişahın üstünde değildi, tersine, padişah bunların, yani millet isteğinin üzerinde idi. Son karar, son söz kesinlikle padişahındı.
Bu yönetim biçiminin sakıncalarını yaşanılan türlü olaylar göstermiştir. Atatürk, cumhuriyet ilanı ile devlet içinde karar verecek en yetkili ve son makam olarak milletin tanındığını belirtmiştir.
Atatürk, bir cumhuriyet aşığı idi. Daha kimse bu kelimeyi ağzına alamazken, genç Mustafa Kemal, padişahlık rejimine karşı çekinmeden saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin kurulması gereğini söyleyebiliyordu. Hele milli mücadeleye başlarken bunu açıkça belirtmişti. Erzurum Kongresi'nin açılacağı günlerde yakın arkadaşlarına cumhuriyetin kurulacağını anlatıyordu. Nihayet bilinen aşamalardan sonra cumhuriyet rejimine kavuştuk. Kişisel saltanata son verildi.
Atatürk, cumhuriyeti demokrasi içinde işleyen en ideal bir rejim olarak görmektedir. O şöyle söylüyor: "Demokrasinin bütün anlamıyla ideali, milletin tamamının aynı zamanda yöneten durumda bulunabilmesi, hiç olmazsa devletin son iradesini yalnız milletin ifade etmesini ve belirtmesini ister. Ne yazık ki, milletlerin nüfus çokluğu, düşünce eğitimi düzeyleri, idealin uygulanmasında, idealden büsbütün yoksunluğa yol açacak ihtiyatsızlıklardan kaçınmayı gerektirmektedir. Şu duruma göre demokrasi ilkesinin en modern ve mantıksal uygulamasını sağlayan hükümet biçimi, cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, milletçe seçilmiş meclisindir. Millet adına kanunları o yapar. Hükümete güven oyu verir, ya da vermez, onu düşürür. Millet, vekillerinden hoşnut kalmazsa başkalarını seçer. Cumhuriyette meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet bilirler ki, kendilerini iktidar ve yetki yerine belli bir zaman için getiren, irade ve egemenliğin sahibi olan millettir. Gücünün ve yetkisinin Tanrıdan geldiğini ve yalnız ona karşı ahirette hesap verebileceğini varsayan ve devleti, ülkeyi kendine mirasla kalmış bir malikane kabul eden bir hükümdar, kendini her türlü sınırlamadan uzak görür. Böyle bir yönetimde milletin benliği, özgürlüğü söz konusu dahi olamaz. Şu duruma göre, yetkileri sınırlı dahi olsa, hükümdarlık biçimi demokrasiye, milli egemenlik ilkesine uygun değildir".
Pek iyi anlaşılıyor ki, Atatürk, halkın kendini doğrudan doğruya yönetmesi demek olan demokrasiyi en ideal devlet biçimi kabul etmektedir. Ancak bütün bilginlerin de söyledikleri gibi, halk kendini doğrudan doğruya yönetemez, çünkü bugün milyonlarca kişinin bir araya gelerek her zaman devlet işlerini yürütmeleri mümkün değildir. Öyle ise demokrasiyi gerçekleştirmek ancak cumhuriyetle mümkündür. Cumhuriyette millet, yöneticileri belirli bir zaman için seçer, belli bir süre geçince, hoşnut kalmamışsa, onları görevden uzaklaştırır, işte cumhuriyet demokrasisi budur. Bu rejimin kişisel saltanattan çok daha iyi olduğu kuşkusuzdur.
Atatürk, belli kişilerin seçimle iş başına gelip, bir daha iktidardan ayrılmaması demek olan Faşizm ile, milletin tümüne değil de, sadece birkaç tabakaya dayanarak millet egemenliğini reddeden Bolşevizm'e karşı çok açık bir cephe almıştır. Her iki rejimin geliştiği bir dönemde millet egemenliğine dayalı cumhuriyete sıkı sıkıya bağlı kalması, yalnız bizim için değil, tüm insanlık için bir kıvanç kaynağıdır.
Atatürk'e göre, "Türk Milleti'nin tabiatına ve geleneklerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir." Atatürk, demokrasinin Osmanlı saltanatı içinde yeşeremediğini açıkça görmüştür. Demokrasi ancak cumhuriyetle kökleşip gelişebilirdi. Bunun içindir ki, Türk inkılabının baş ilkeleri arasında cumhuriyetçilik sayılmıştır. Milletin kendi yönetimi olan cumhuriyete içten bağlılık, yücelme yolunu aşmanın baş şartıdır.
Atatürk'ün Cumhuriyetçilik ile ilgili bazı sözleri
- "Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir." (1924)
- "Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir." (1933)
- "Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir." (1925)
- "Bugünkü hükümetimizin, devlet teşkilatımızın doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir." (1925)
17 Nisan 2017 Pazartesi
ATATÜRK'ÜN DİL DEVRİMİ SIRASINDA ÇALIŞTIĞI KİTAPLARDAN BAZILARI
- H. F. Kuergic : Psychologie de Quelgues Elements des Langues Turques (1)
- Vilhelm Thomson : Inscription de l'Orkhon
- M. Guizot : Dictionnaire Universel des Synonymes
- M. Brasseur de Bourburg : La Langue Maya
- Hilaire de Barenton : L'Origine des langues des Religions et des Peuples
ATATÜRK'ÜN OKUDUĞU YABANCI KİTAPLARDAN BİRKAÇI
- M. Roux de Rochelle : Etats-Unis D'Amerique
- M. Dubois de Jancigny ve M. Xavier Raymond : Inde
- M. Chopin : Russie
- M. G. L. Domeny de Nenzi : Oceanique
- Bary de St Vinvent : Iles de l'Ocean
- M. Ph. Le Bas : Etats de la Confederation Germanique
- M. Van Hasselt : Belgique et Hollande
- M. Louis Lacrcix : Iles de la Grece
- M. Louis Lacrcix : Chili, Paraguay, Uruguay, Buenos Aires
- Champollion Figeac : Egypte Ancienne
- M. J. J. Marcel : Egypte depuis la conquete des Arabes
- Rozet et Carette : Algerie, Etats Tripolitains, Tunisie
- Lavalle ve Gueroult : Espagne
- M. Ph de Golbery : Histoire et Description de la Suisse et du Tyrol
- M. G. Pauthier : Chine et son Description Historique
- M. Chepin ve A. Ubicini : Provinces Danubiennes et Roumanies
- M. Ph. le Bas : Suede et Norvege
- Ferdinand Denis : Portugal
- Ferdinand Denis : Afrique
- Ferdinand Deniz - M. C. Famin : Bresil, Colombie et Guyane
- M. Larenaudiere ve M. Lacroix : Mexique Guatamala Perou
- M. Davezat : Iles de l'Afrigue
- M. A. Tardieu, M. S. Cherubini : Senegambie et Guinee
- M. N. Desvergers : Nubie, Abyssinie
- Lacroix Yanoski : Italie Ancienne
- M. Le Chevalier Artaud : Italie Sicile
- Frederic Lacroix : İles Baleres et Pithyuse
- M. Friess De Colonma : Histoires des Antilles
- M. Elias Rensult M. Roux De Rochelle : Villes Anseatiques
- M. Ferdinand Hoeger : Chaldee Assyrie Medie Babylonie
- M. Neel Desverges : Arabie
- S. Munk : Palestine Description Geographique historique et areheologique
- Jean Yanosky ve M. Jules David : Syrie Ancienne et Moderne
- M. Dubeux : Tatarie, Beloutchistan
- M. V. Valmont, M. Xavier Raymond : Boutan et Nepal
- Ernest Lqvi see ve Alfred Rambaud : Histoire Generale du IV e Siecle a nos jours (12 cilt)
- Jean Jaures : Histoire Socialiste de la Revolution Française
- Hilaire de Barenton : Le Mystere des pyramides
ATATÜRKÜN KİTAPLIĞINDAKİ TÜRKÇE VE OSMANLICA KİTAPLARDAN BAZILARI
- Ahmet Vefik Paşa : Lehçe-i Osmani
- Ahmet Vefik Paşa : Lehçe-i Osmani
- Mehmet Salahi : Kamus-u Osmani
- Avram Galanti : Türkçede Arabi ve Latin Harfleri ve İmla Meselesi
- Mehmet Ali : Tahsil-i Lisan-ı Alman
- Nüzhet : Kendi Kendine Almanca
- Ahmet Cevat : Türkçe sarf ve nahif
- Kazım Nami : Türkçe Oku, Türkçe Yaz
- Mithat Sadullah : Latin Harflerinin Türkçeye tatbiki
- İbn Emin Mahmut Esat : Tarih-i Din-i İslam
- Osman Bin Süleyman : Kamus
- Lütfullah Ahmet : Hayat-ı Hazret-i Muhammet
- Abdunnaim Bin Hasan : Ceridetül Evail ve Hamidetül Evahir
- Ahmet Halit : İslam Büyükleri
- Abdurrahmanil Cami : Tercüme-i Nefhatül İnsan
- Mehmet Cemil : Hukuku Düvel
- Katip Çelebi : Cihannuma
- Feridun Bey : Feridun Bey Münşeatı
- Mehmet Bin Sait : Kitabü'l Tabakatü'l-Kebir
- Şemseddin Sami : Kamusu Alam (6 cilt)
- Şemseddin Sami : Kamusu Okyanus
- H.Z. Ülken : Aristo Metafizik
- Süheyl Ünver : İbn-i Sina
- Ahmet Rifat : Lügat-ı Tarihiye ve Osmaniye
- M.Fuat : Amerika'da Tükler ve Gördüklerim
- Rıza Tevfik : Kamus-u Felsefe
- Cemal Paşa : Hatırat (1913 - 1922)
- Mehmet Cemil : Sulhta ve Harpte Hukuku Düvel
- Evliya Çelebi : Seyyahatname
- Suphi : Tekmiletül'l-iber
- Lütfi Simavi : Devr-i İnkılap
- Mustafa Necip : Selimname
- Osmanzade Taib : Hakikatü'l Vüzera
- Ahmet Saip : Vaka-i Sultan Aziz
- Ahmet Hilmi : Tarih-i İslam
- Mazhar Fevzi : Hayr-i Sahil
- Ziya Paşa : Endülüs Tarihi
- Resulzade Mehmet Emin : Azerbaycan Cumhuriyeti
- Ali Reşat : Tarih-i Osmaniye
- Ali Reşat : Kurun-u Cedide Tarihi
- Sebahattin : İttihat ve Terakki Cemiyetine Açık Mektuplar
- Mahmut Esat : Tarih-i Dini İslam
- Ahmet Mithat : İnkılap
- Ahmet Cevdet : Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa
- Mustafa Efendi : Tarih-i Selanik
- M. Şemsettin : İslam Tarihi
- Ahmet Rasim : Osmanlı Tarihi
- Necip Asım : Türk Tarihi
- Mustafa Nuri Paşa : Netayic-ül Vukuat
- Mehmet Zihni : Neşahir-ün Nisa
- Mehmet Şemsettin : Mufassal Türk Tarihi
- Ziya Gökalp : Türk Medeniyeti Tarihi
Zehra Aylin
Zehra Aylin (d. 1912, Amasya – ö. 19 Kasım 1935, Amiens), Atatürk'ün manevi kızlarından birisidir.
1924 yılında Atatürk’ün ilk manevi kızı olarak Çankaya Köşkü’ne girmiş; çok genç yaşta trenden düşerek hayatını kaybetmiştir.
1912’de Amasya’da dünyaya geldi. Asıl adının Zühre olduğu, sonradan Zehra’ya çevrildiği düşünülür.. Babasını 1916, annesini 1917 yılında kaybetti. 1913 doğumlu Nuriye isimli bir kız kardeşi vardı.
Eşi Latife Hanım'la birlikte Amasya’da ziyarette bulunan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa ile Amasya gelişlerinin ikinci günü olan 25 Eylül 1924’te ziyaret ettikleri Darül-Eytam Yurdu’nda tanıştı. Mustafa Kemal’in ailesine “ilk manevi kızı” olarak katılarak Ankara’ya getirildi. 1925’te Konya’dan Rukiye Bursa’dan Sabiha ve İzmir’den Afet, 1927’de İstanbul’dan Nebile ve Fikriye ailenin yeni manevi evlatları oldu.
İlköğrenimini Ankara'da, Çankaya Köşkü'nün bahçesindekiki odalı ve iki dershaneli özel bir okulda tamamladı. Bu okuldaki derslere manevi kızkardeşleri Sabiha ve Rukiye ile Kılıç Ali Bey’in, Fuat Bulca’nın ve Salih Bozok’un çocukları giriyorlardı.
Ortaöğrenim için manevi kızkardeşi Sabiha ile birlikte İstanbul'a, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji'ne (bugünkü adıyla Robert Kolej) gitti. Bir süre Sabiha ile birlikte havacılığa merak sardı ancak ilgisi devam etmedi. Soyadı kanunu ile Aylin soyadını aldı. Kolejden mezun olduktan sonra yüksek öğrenim için Londra'da Saint Hilda College’e gönderildi. Ancak bir dönemlik eğitimden sonra yurda dönmek istedi. Eğitimini tamamlamayıp diplomasını aldıktan sonra yurda dönmesini isteyen manevi babası Atatürk, Zehra'nın hastalığı üzerine bir süre için Türkiye'ye gelmesine izin verince 1935 yılı sonunda Türkiye'ye doğru yola çıktı.
Londra'dan gemi ile Fransa'ya geldikten sonra Paris ekspresine binen Zehra, Amiens civarında trenden düşerek hayatını kaybetti. Amiens'te yapılan törenin ardından cenazesi İstanbul'a getirildi, 21 Kasım 1935’te Maçka Mezarlığı'na defnedildi. Ölümü gazetelerde büyük yer tutmuş, intihar ettiği söylentileri yayılmış; bu söylentileri Atatürk'ün bir diğer manevi kızı olan Sabiha Gökçen yalanlamıştır.
1924 yılında Atatürk’ün ilk manevi kızı olarak Çankaya Köşkü’ne girmiş; çok genç yaşta trenden düşerek hayatını kaybetmiştir.
1912’de Amasya’da dünyaya geldi. Asıl adının Zühre olduğu, sonradan Zehra’ya çevrildiği düşünülür.. Babasını 1916, annesini 1917 yılında kaybetti. 1913 doğumlu Nuriye isimli bir kız kardeşi vardı.
Eşi Latife Hanım'la birlikte Amasya’da ziyarette bulunan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa ile Amasya gelişlerinin ikinci günü olan 25 Eylül 1924’te ziyaret ettikleri Darül-Eytam Yurdu’nda tanıştı. Mustafa Kemal’in ailesine “ilk manevi kızı” olarak katılarak Ankara’ya getirildi. 1925’te Konya’dan Rukiye Bursa’dan Sabiha ve İzmir’den Afet, 1927’de İstanbul’dan Nebile ve Fikriye ailenin yeni manevi evlatları oldu.
İlköğrenimini Ankara'da, Çankaya Köşkü'nün bahçesindekiki odalı ve iki dershaneli özel bir okulda tamamladı. Bu okuldaki derslere manevi kızkardeşleri Sabiha ve Rukiye ile Kılıç Ali Bey’in, Fuat Bulca’nın ve Salih Bozok’un çocukları giriyorlardı.
Ortaöğrenim için manevi kızkardeşi Sabiha ile birlikte İstanbul'a, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji'ne (bugünkü adıyla Robert Kolej) gitti. Bir süre Sabiha ile birlikte havacılığa merak sardı ancak ilgisi devam etmedi. Soyadı kanunu ile Aylin soyadını aldı. Kolejden mezun olduktan sonra yüksek öğrenim için Londra'da Saint Hilda College’e gönderildi. Ancak bir dönemlik eğitimden sonra yurda dönmek istedi. Eğitimini tamamlamayıp diplomasını aldıktan sonra yurda dönmesini isteyen manevi babası Atatürk, Zehra'nın hastalığı üzerine bir süre için Türkiye'ye gelmesine izin verince 1935 yılı sonunda Türkiye'ye doğru yola çıktı.
Londra'dan gemi ile Fransa'ya geldikten sonra Paris ekspresine binen Zehra, Amiens civarında trenden düşerek hayatını kaybetti. Amiens'te yapılan törenin ardından cenazesi İstanbul'a getirildi, 21 Kasım 1935’te Maçka Mezarlığı'na defnedildi. Ölümü gazetelerde büyük yer tutmuş, intihar ettiği söylentileri yayılmış; bu söylentileri Atatürk'ün bir diğer manevi kızı olan Sabiha Gökçen yalanlamıştır.
Latife Hanım
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk´ün eşidir.
29 Ocak 1923 - 5 Ağustos 1925 tarihleri arasında yaklaşık olarak iki buçuk sene boyunca Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile evli kalmıştır.
Latife Hanım 17 Haziran 1898 yılında İzmir´de doğdu. İzmir’in tanınmış ailelerinden Uşak kökenli Uşâkizâde (sonra Uşşaklı) Muammer Bey ile Adeviye Hanım´ın kızı olarak bilinmektedir. Memlekette İzmir Lisesi’ni bitirdikten sonra, Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde Hukuk Eğitimi almış ayrıca Londra’da dil öğrenimi görmüştür ve Kurtuluş Savaşı bitmeden Türkiye’ye dönmüştür.
11 Eylül 1922’de tanışan Mustafa Kemal Atatürk ile Latife Hanım, 29 Ocak 1923’de Muammer bey’in evinde sade bir nikahla evlenmişlerdir.
Latife Hanım, Mustafa Kemal Atatürk ile evliliği süresi içerisinde modern ve medeni Türk kadınının simgesi olma görevini üstlenmiş, yeni devletin başkenti Ankara’ya gelerek Çankaya’da ilk Cumhurbaşkanlığı köşkü olarak belirlenen Kuleli Köşke (günümüzde Atatürk Müzesi olarak kullanılan bugünkü adıyla Eski Köşke) taşınmıştır. Latife Hanım taşıdığı bu misyona paralel olarak Mustafa Kemal’in isteği üzerine TBMM’deki oturumları izlemeye gitmiş ve böylelikle o dönemde TBMM’ye giren ilk Türk kadını olmuştur. Pek çok yurt gezisinde yine eşine eşlik etmiştir.
1925 yazında Doğu Anadolu gezisinde aralarında geçen tatsız bir tartışmadan sonra Latife Hanım ve Atatürk boşanmış, boşanma haberi, 5 Ağustos 1925 günü radyoda yayımlanan bir hükümet bildirisi ile duyurulmuştur.
Ölümüne kadar İzmir´de ve İstanbul´da yaşayan Latife Hanım, 12 Temmuz 1975’te İstanbul’da 77 yaşındayken göğüs kanserinden hayatını kaybetmiştir. Dönemin İstanbul Valisi Namık Kemal Şentürk´ün gayretiyle kara, hava ve deniz birliklerinden oluşan bir şeref kıtasının katıldığı cenazesi Teşvikiye Camisi´nden kaldırılarak, Edirnekapı Şehitliği’ndeki aile mezarlığına defnedilmiştir. Ölümünden önce anıları ve sakladığı kıymetli bazı belgeleri Türk Tarih Kurumu´na bağışlamıştır. İzmir´de ailesi tarafından yaptırılarak daha sonradan Latife Hanım´ın mülkiyetine geçmiş iki köşk bulunmaktadır. Bunlardan Göztepe´deki İzmir Özel Türk Koleji kampüsü içindeki aile malikânesi bugün müze olarak hizmet vermektedir. Karşıyaka Belediyesi tarafından restore edilen Karşıyaka´daki ikinci köşkten ise günümüzde kültürel manada yararlanılmaktadır.
29 Ocak 1923 - 5 Ağustos 1925 tarihleri arasında yaklaşık olarak iki buçuk sene boyunca Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile evli kalmıştır.
Latife Hanım 17 Haziran 1898 yılında İzmir´de doğdu. İzmir’in tanınmış ailelerinden Uşak kökenli Uşâkizâde (sonra Uşşaklı) Muammer Bey ile Adeviye Hanım´ın kızı olarak bilinmektedir. Memlekette İzmir Lisesi’ni bitirdikten sonra, Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde Hukuk Eğitimi almış ayrıca Londra’da dil öğrenimi görmüştür ve Kurtuluş Savaşı bitmeden Türkiye’ye dönmüştür.
11 Eylül 1922’de tanışan Mustafa Kemal Atatürk ile Latife Hanım, 29 Ocak 1923’de Muammer bey’in evinde sade bir nikahla evlenmişlerdir.
Latife Hanım, Mustafa Kemal Atatürk ile evliliği süresi içerisinde modern ve medeni Türk kadınının simgesi olma görevini üstlenmiş, yeni devletin başkenti Ankara’ya gelerek Çankaya’da ilk Cumhurbaşkanlığı köşkü olarak belirlenen Kuleli Köşke (günümüzde Atatürk Müzesi olarak kullanılan bugünkü adıyla Eski Köşke) taşınmıştır. Latife Hanım taşıdığı bu misyona paralel olarak Mustafa Kemal’in isteği üzerine TBMM’deki oturumları izlemeye gitmiş ve böylelikle o dönemde TBMM’ye giren ilk Türk kadını olmuştur. Pek çok yurt gezisinde yine eşine eşlik etmiştir.
1925 yazında Doğu Anadolu gezisinde aralarında geçen tatsız bir tartışmadan sonra Latife Hanım ve Atatürk boşanmış, boşanma haberi, 5 Ağustos 1925 günü radyoda yayımlanan bir hükümet bildirisi ile duyurulmuştur.
Ölümüne kadar İzmir´de ve İstanbul´da yaşayan Latife Hanım, 12 Temmuz 1975’te İstanbul’da 77 yaşındayken göğüs kanserinden hayatını kaybetmiştir. Dönemin İstanbul Valisi Namık Kemal Şentürk´ün gayretiyle kara, hava ve deniz birliklerinden oluşan bir şeref kıtasının katıldığı cenazesi Teşvikiye Camisi´nden kaldırılarak, Edirnekapı Şehitliği’ndeki aile mezarlığına defnedilmiştir. Ölümünden önce anıları ve sakladığı kıymetli bazı belgeleri Türk Tarih Kurumu´na bağışlamıştır. İzmir´de ailesi tarafından yaptırılarak daha sonradan Latife Hanım´ın mülkiyetine geçmiş iki köşk bulunmaktadır. Bunlardan Göztepe´deki İzmir Özel Türk Koleji kampüsü içindeki aile malikânesi bugün müze olarak hizmet vermektedir. Karşıyaka Belediyesi tarafından restore edilen Karşıyaka´daki ikinci köşkten ise günümüzde kültürel manada yararlanılmaktadır.
ATATÜRK’ÜN TÜRK HARF İNKILÂBIYLA İLGİLİ KONUŞMASI
Atatürk, 9 Ağustos 1928 tarihinde Sarayburnu Parkı'nda düzenlenen aile
eğlencesine katılmıştır. Orada bulunan bir bayanın defterinden istediği
bir kâğıt parçasına bir şeyler karalar ve ayağa kalkarak şu şekilde
hitap eder.
“Sevgili kardeşlerim!
Aranızda ne kadar mutlu olduğumu nasıl belirtsem bilmem ki… Duygularımı tek tek sözcüklerle açıklamış olayım; Sevinçliyim, duyguluyum ve de mutluyum. Bu durumun içimde yarattığı duyguları anında şöylece karaladım. Bunları içinizden bir yurttaşa okutacağım."
Mustafa Kemal Atatürk elindeki notları birine uzatır. Yani harflerle yazılmış notları verdiği genç okuyamayıp şaşırınca, geri alıp konuşmaya gencin kaldığı yerden devam eder.
"Yurttaşlarım! Bu yazdıklarım gerçek Türk kelimeleri ve bunlara yakışır Türk harfleriyle yazılmıştır. Kardeşiniz bunu hemen okumaya girişti; alışılmış değil, birden bire okuyamadı fakat çalışınca okuyabilir. İsterim ki bunu hepiniz on beş gün içinde öğrenesiniz.
Kardeşlerim, bizim ahenkli, zengin ve kıvrak dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurmaktan; aslında iyi anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak zorundayız. Bunu kavramak durumundayız. Kavradığımızın izlerine yakın zamanda bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum.
Yeni Türk harfleriyle yazdığım bu notları bir arkadaşıma okutacağım, lütfen can kulağıyla dinleyiniz."
Mustafa Kemal Atatürk elinde ki notları Falih Rıfkı Atay’a uzatır. Falih Rıfkı Atay’da ayağa kalkarak Mustafa Kemal Atatürk’ün yazdıkları notları okumaya devam eder.
İstanbul halkının bu geceki toplantısına katılmış olmaktan dolayı çok sevinçli ve çok mutluyum. Her zaman ve her yerde olduğu gibi bu gece burada da halk ile karşı karşıya gelince büyük ulu bir gücün etkisi altında kaldığımı duydum. Bu güç nedir?
Türk milletinin, Türk toplumunu kurup yoğuran yüksek insanların, coşkuların bir adara, bir erekte, bir amaçta birleşmesidir. Bu gücün bu kadar ortaklaşa olabilmesi, onun çok temiz ve çok soylu olması ile gerçekleşmiştir. Bu, benim ve bütün dünyanın gördüğü güç, besbelli ki en yüksek özellikle seçkin ve belirgindir.
Bu millet, bu nitelikte bir güç, bir canlılık gösterdiği zaman (tarihin.com), o milletin insanlık tarihinde yepyeni bir devre almakta olduğundan kimsenin kuşkusu kalmamalıdır.
"Yurttaşlarım ve Arkadaşlar!
Çok söz, uzun söz sadece bir şey için söylenir: Gerçeği anlamayanlara gerçeği getirmek için. Ben bu zamanı geçirdim. Şimdi sözden çok iş yapma vaktidir. Artık benim için, hepimiz için çok söz söylemenin gereksiz olduğu kanısındayım. Bundan sonra bizim için çalışmak, kalkınmak, yürümek ve ilerlemek gerekmektedir. Çok işler yapılmıştır, fakat bugün yapmak zorunda olduğumuz iş son değil, ama çok gerekli bir iş daha vardır.
Yeni Türk harfleri çabuk ve hızlı bir şekilde öğrenmelidir. Bütün millete, vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya her kim olursa herkese öğretiniz. Bu görevi yurtseverlik, vatanseverlik ve ulusçuluk ödevi olarak biliniz. Bu ödevi yerine getirirken düşününüz ki, bir ulusun, bir toplumun yüzde onu, yüzde yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmez durumdadır. Bu durumdan insan olarak utanılmalıdır.
Bu millet, bu halk utanmak için yaratılmış bir ulus değildir. Övünmek için yaratılmış, tarihi övünçlerle dolmuş bir millettir. Ama bu milletin yüzde sekseni okuma yazma bilmiyorsa bunu sorumlusu bizde değilizdir. Türk'ün öz yapısını, karakterini anlamayarak kafasını birtakım zincirlerle sarmaya çalışanlardır. Artık geçmişin düzensizliklerini, yanlışlıklarını kökünden kazımak, temizlemek dönemindeyiz. Yapılan tüm yanlışlıkları düzelteceğiz. Yanlışların düzeltilmesinde bütün milletin ve yurttaşlarımızın çalışmasını isterim. En çok bir yıl, iki yıl içinde bütün Türk toplumu yeni harfleri öğrenmiş olacaktır. Milletimiz yazısıyla ve kafasıyla bütün medeniyet dünyasının yanında olduğunu gösterecektir."
Mustafa Kemal Atatürk'ün Sarayburnu Parkı'nda yaptığı bu konuşmadan kısa bir süre sonra 1 Kasım 1928 tarihinde yeni Türk harfleri kabul edilerek, Türk ulusunun geleceğe güvenle bakarak sağlam adımlarla ilerlemesini sağlayacak yeni ufuklar açılmıştır.
“Sevgili kardeşlerim!
Aranızda ne kadar mutlu olduğumu nasıl belirtsem bilmem ki… Duygularımı tek tek sözcüklerle açıklamış olayım; Sevinçliyim, duyguluyum ve de mutluyum. Bu durumun içimde yarattığı duyguları anında şöylece karaladım. Bunları içinizden bir yurttaşa okutacağım."
Mustafa Kemal Atatürk elindeki notları birine uzatır. Yani harflerle yazılmış notları verdiği genç okuyamayıp şaşırınca, geri alıp konuşmaya gencin kaldığı yerden devam eder.
"Yurttaşlarım! Bu yazdıklarım gerçek Türk kelimeleri ve bunlara yakışır Türk harfleriyle yazılmıştır. Kardeşiniz bunu hemen okumaya girişti; alışılmış değil, birden bire okuyamadı fakat çalışınca okuyabilir. İsterim ki bunu hepiniz on beş gün içinde öğrenesiniz.
Kardeşlerim, bizim ahenkli, zengin ve kıvrak dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurmaktan; aslında iyi anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak zorundayız. Bunu kavramak durumundayız. Kavradığımızın izlerine yakın zamanda bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum.
Yeni Türk harfleriyle yazdığım bu notları bir arkadaşıma okutacağım, lütfen can kulağıyla dinleyiniz."
Mustafa Kemal Atatürk elinde ki notları Falih Rıfkı Atay’a uzatır. Falih Rıfkı Atay’da ayağa kalkarak Mustafa Kemal Atatürk’ün yazdıkları notları okumaya devam eder.
İstanbul halkının bu geceki toplantısına katılmış olmaktan dolayı çok sevinçli ve çok mutluyum. Her zaman ve her yerde olduğu gibi bu gece burada da halk ile karşı karşıya gelince büyük ulu bir gücün etkisi altında kaldığımı duydum. Bu güç nedir?
Türk milletinin, Türk toplumunu kurup yoğuran yüksek insanların, coşkuların bir adara, bir erekte, bir amaçta birleşmesidir. Bu gücün bu kadar ortaklaşa olabilmesi, onun çok temiz ve çok soylu olması ile gerçekleşmiştir. Bu, benim ve bütün dünyanın gördüğü güç, besbelli ki en yüksek özellikle seçkin ve belirgindir.
Bu millet, bu nitelikte bir güç, bir canlılık gösterdiği zaman (tarihin.com), o milletin insanlık tarihinde yepyeni bir devre almakta olduğundan kimsenin kuşkusu kalmamalıdır.
"Yurttaşlarım ve Arkadaşlar!
Çok söz, uzun söz sadece bir şey için söylenir: Gerçeği anlamayanlara gerçeği getirmek için. Ben bu zamanı geçirdim. Şimdi sözden çok iş yapma vaktidir. Artık benim için, hepimiz için çok söz söylemenin gereksiz olduğu kanısındayım. Bundan sonra bizim için çalışmak, kalkınmak, yürümek ve ilerlemek gerekmektedir. Çok işler yapılmıştır, fakat bugün yapmak zorunda olduğumuz iş son değil, ama çok gerekli bir iş daha vardır.
Yeni Türk harfleri çabuk ve hızlı bir şekilde öğrenmelidir. Bütün millete, vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya her kim olursa herkese öğretiniz. Bu görevi yurtseverlik, vatanseverlik ve ulusçuluk ödevi olarak biliniz. Bu ödevi yerine getirirken düşününüz ki, bir ulusun, bir toplumun yüzde onu, yüzde yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmez durumdadır. Bu durumdan insan olarak utanılmalıdır.
Bu millet, bu halk utanmak için yaratılmış bir ulus değildir. Övünmek için yaratılmış, tarihi övünçlerle dolmuş bir millettir. Ama bu milletin yüzde sekseni okuma yazma bilmiyorsa bunu sorumlusu bizde değilizdir. Türk'ün öz yapısını, karakterini anlamayarak kafasını birtakım zincirlerle sarmaya çalışanlardır. Artık geçmişin düzensizliklerini, yanlışlıklarını kökünden kazımak, temizlemek dönemindeyiz. Yapılan tüm yanlışlıkları düzelteceğiz. Yanlışların düzeltilmesinde bütün milletin ve yurttaşlarımızın çalışmasını isterim. En çok bir yıl, iki yıl içinde bütün Türk toplumu yeni harfleri öğrenmiş olacaktır. Milletimiz yazısıyla ve kafasıyla bütün medeniyet dünyasının yanında olduğunu gösterecektir."
Mustafa Kemal Atatürk'ün Sarayburnu Parkı'nda yaptığı bu konuşmadan kısa bir süre sonra 1 Kasım 1928 tarihinde yeni Türk harfleri kabul edilerek, Türk ulusunun geleceğe güvenle bakarak sağlam adımlarla ilerlemesini sağlayacak yeni ufuklar açılmıştır.
ATATÜRK’ÜN İLK CUMHURBAŞKANLIĞI KONUŞMASI
Saygı değer Milletvekilleri ve değerli arkadaşlar!
Dünyada önemli ve olağanüstü olaylar karşısında, saygıdeğer milletimizin gerçek uyanıklığına ve şuurluluğuna değerli bir belge olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun bazı maddelerini açıklığa kavuşturmak için bugün toplanmış bulunuyoruz.
Kurulan bu özel komisyon tarafından, yüksek heyetinize teklif edilen kanun teklifinin kabulü dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin zaten bütün dünyaca bilinen ve bilinmesi gereken mahiyeti, milletlerarası ismiyle adlandırılmıştır.
Bunun doğal bir gereği olmak üzere bugüne kadar doğrudan doğruya Meclis Başkanlığı'nda bulundurduğunuz arkadaşınıza yaptırdığınız bu görevi, Cumhurbaşkanı unvanıyla yine aynı bu aciz arkadaşınıza tevcih ediyorsunuz. Bu münasebetle, bu zamana kadar hakkımda gösterdiğiniz sevgi, samimiyet ve güveni bir defa daha göstermekle, yüksek değerbilirliğinizi ispat etmiş bulunmaktasınız. Bundan dolayı yüce heyetinize kalbimin bütün samimiyeti ile teşekkürlerimi bir borç biliyorum.
Efendiler, asırlardan beri Türk Milleti, Doğuda haksızlığa ve zulme uğramıştır. Türk Milleti gerçekte soyundan beri sahip olduğu yüksek kabiliyetlerden yoksun zannedilmiştir.
Son yıllarda milletimizin fiili olarak gösterdiği kabiliyet, istidat ve kavrayış kendi hakkında kötü düşünenlerin ne kadar gafil ve ne kadar gerçeği görmekten uzak olduğunu göstermiştir. Bu görünüşe aldanan insanların halen olduğunu pek güzel ispat edilmiştir. Milletimiz kendisinde var olan vasıfları ve değeri, hükümetin yeni ismiyle, medeniyet dünyasına çok daha kolaylıkla gösterebilecektir.(tarihin.com) Türkiye Cumhuriyeti, dünya devletleri arasında tuttuğu yere layık olduğunu eserleriyle ispat etmiş ve de etmeye devam edecektir.
Arkadaşlar, bu yüksek rejimi yaratan Türk milletinin son dört yıl içinde kazandığı zaferler, bundan sonra da birkaç misli olmak üzere kendini gösterecektir. Şahsım olarak, kazandığım bu güven ve itimada layık olmak için, pek önemli gördüğüm bir noktadaki ihtiyacı sizlere arz etmek mecburiyetindeyim. O ihtiyaç, yüce heyetinizin şahsıma karşı gösterdiği sevgi, güven ve desteğin devamıdır. Ancak bu sayede ve Allah’ın yardımıyla, bana verdiğiniz ve vereceğiniz görevleri en iyi şekilde yapabileceğimi ümit ediyorum.
Daima sayın arkadaşlarımın ellerine çok samimi ve sıkı bir şekilde yapışarak, kendimi onların şahıslarından bir an bile uzak görmemek üzere çalışacağım. Daima milletin sevgi ve güvenine dayanarak hep birlikte ileri gitmeye çalışacağız. Türkiye Cumhuriyeti her daim mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır.
Dünyada önemli ve olağanüstü olaylar karşısında, saygıdeğer milletimizin gerçek uyanıklığına ve şuurluluğuna değerli bir belge olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun bazı maddelerini açıklığa kavuşturmak için bugün toplanmış bulunuyoruz.
Kurulan bu özel komisyon tarafından, yüksek heyetinize teklif edilen kanun teklifinin kabulü dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin zaten bütün dünyaca bilinen ve bilinmesi gereken mahiyeti, milletlerarası ismiyle adlandırılmıştır.
Bunun doğal bir gereği olmak üzere bugüne kadar doğrudan doğruya Meclis Başkanlığı'nda bulundurduğunuz arkadaşınıza yaptırdığınız bu görevi, Cumhurbaşkanı unvanıyla yine aynı bu aciz arkadaşınıza tevcih ediyorsunuz. Bu münasebetle, bu zamana kadar hakkımda gösterdiğiniz sevgi, samimiyet ve güveni bir defa daha göstermekle, yüksek değerbilirliğinizi ispat etmiş bulunmaktasınız. Bundan dolayı yüce heyetinize kalbimin bütün samimiyeti ile teşekkürlerimi bir borç biliyorum.
Efendiler, asırlardan beri Türk Milleti, Doğuda haksızlığa ve zulme uğramıştır. Türk Milleti gerçekte soyundan beri sahip olduğu yüksek kabiliyetlerden yoksun zannedilmiştir.
Son yıllarda milletimizin fiili olarak gösterdiği kabiliyet, istidat ve kavrayış kendi hakkında kötü düşünenlerin ne kadar gafil ve ne kadar gerçeği görmekten uzak olduğunu göstermiştir. Bu görünüşe aldanan insanların halen olduğunu pek güzel ispat edilmiştir. Milletimiz kendisinde var olan vasıfları ve değeri, hükümetin yeni ismiyle, medeniyet dünyasına çok daha kolaylıkla gösterebilecektir.(tarihin.com) Türkiye Cumhuriyeti, dünya devletleri arasında tuttuğu yere layık olduğunu eserleriyle ispat etmiş ve de etmeye devam edecektir.
Arkadaşlar, bu yüksek rejimi yaratan Türk milletinin son dört yıl içinde kazandığı zaferler, bundan sonra da birkaç misli olmak üzere kendini gösterecektir. Şahsım olarak, kazandığım bu güven ve itimada layık olmak için, pek önemli gördüğüm bir noktadaki ihtiyacı sizlere arz etmek mecburiyetindeyim. O ihtiyaç, yüce heyetinizin şahsıma karşı gösterdiği sevgi, güven ve desteğin devamıdır. Ancak bu sayede ve Allah’ın yardımıyla, bana verdiğiniz ve vereceğiniz görevleri en iyi şekilde yapabileceğimi ümit ediyorum.
Daima sayın arkadaşlarımın ellerine çok samimi ve sıkı bir şekilde yapışarak, kendimi onların şahıslarından bir an bile uzak görmemek üzere çalışacağım. Daima milletin sevgi ve güvenine dayanarak hep birlikte ileri gitmeye çalışacağız. Türkiye Cumhuriyeti her daim mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır.
CUMHURİYET'İN 15'İNCİ YILINDA, ATATÜRK'ÜN TÜRK ORDUSUNA SESLENİŞİ
Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu!
Memleketini en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmış isen, Cumhuriyet’in bu günkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtaları ile mücehhez olduğun halde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına dair hiç şüphem yoktur.
Bu gün Cumhuriyet’in on beşinci yılını, mütemadiyen artan büyük bir refah ve kudret içinde idrak eden büyük Türk milletinin huzurunda kahraman ordu, sana kalbi şükranlarımı beyan ve ifade ederken, büyük ulusumuzun iftihar hislerine de tercüman oluyorum.
Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini, dâhili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır. Büyük ulusumuzun orduya bahşettiği en son fabrikalar ve silahlar ile bir kat daha kuvvetlenerek büyük bir feragat-i nefis ve istihkar-ı hayat ile her türlü vazifeyi yerine getirmeye hazır olduğunuza eminim. Bu kanaatle Kara, deniz, Hava ordularımızın kahraman ve tecrübeli komutanlarıyla subay eratını selamlar ve takdirlerimi bütün ulus muvacehesinde beyan ederim.
Cumhuriyet Bayramı’nın on beşinci yıldönümü hakkınızda hayırlı olsun.
29 Ekim 1938
Mustafa Kemal ATATÜRK
Nakiye Elgün
Nakiye Elgün (1882 -1954) Türkiye’nin en eski eğitimcilerinden birisidir.Kız Muallim Mektebi’ni bitirdi. Bu okulda edebiyat öğretmenliği yaptı. II. Meşrutiyet’ten sonra Feyziye Lisesi’nde Müdür olarak Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar çalıştı. Muallimler Cemiyeti başkanlığı yaptı. Kurtuluş Savaşı’nı destekledi, kadınları erkeklerle birlikte mücadeleye çağırdı. Cumhuriyet’in ilanından sonra Türk Ocağı, Halkevi, Kızılay ve Türk Hava Kurumu’na üye oldu. İstanbul Kız Lisesi müdürü iken, 1930’da İstanbul Şehir Meclisi’ne ilk kadın üye olarak seçildi. Daimi Encümen’de beş yıl üyelik yaptı. V., VI.ve VII. Dönem Erzurum milletvekilliği yaptı. Adı Osmanbey’de bir sokağa verildi.
Afet İnan
Öğretmen, tarihçi ve sosyoloji profesörü. Atatürk' ün manevi kızıdır.
Cumhuriyetin ilk tarih profesörlerinden birisidir. Türk Tarih Kurumu'nun
asbaşkanlığını yapmıştır. Türk Tarih Tezi’ni ortaya koyan tarihçiler
arasında yer alır. Afet İnan, 30 Ekim 1908 tarihinde Selanik’in Doyran (
Doirani) kasabasında doğmuştur. Babası orman memuru İsmail Hakkı Uzmay
Şumnu, annesi Doyran Müderrisi Emrullah Efendi’nin torunu olan Şehdane
Hanım’dır. Ailesi Balkan Savaşları’ndan sonra Anadolu'ya taşındı. Babası
Anadolunun bir çok yerlerinde orman memuru, müfettişi ve müdürü olarak
çalışmış ve daha sonra Bolu Milletvekilliğine seçilmiştir.
(Babasının görevi nedeniyle) sürekli tayinler sebebiyle yer değiştirdiğinden, ilk öğrenimini Adapazarı, Ankara, Mihallıççık (Eskişehir) ve Biga'da yapmıştır. 1920'de altı yıllık ilkokul diplomasını aldı. Bursa' da okuduğu Kız Öğretmen okulundan 1925 te mezun olmuş; İzmir'de Redd-i İlhak İlkokulu'nda göreve başlamıştır. İzmir'de öğretmenlik yaparken Atatürk ile tanışma fırsatı bulunca; Mustafa Kemal Atatürk tarafından Fransızca öğrenmesi için İsviçre'nin Lozan şehrine gönderilmiştir.
Afet Hanım, 1925 yılında Redd-i İlhak İlkokulu'nda yeni göreve başladığı sırada bir çay ziyaretinde cumhurbaşkanı Atatürk ile tanışma fırsatı buldu. Annesinin ailesinin Selanik'in Doyran kasabasından olması nedeniyle cumhurbaşkanının ilgisini çekti ve Atatürk ertesi gün ailesiyle tanıştı. Gazi Paşa'ya öğrenimini sürdürmek ve yabancı dil öğrenmek istediğini açıklamış olan Afet Hanım, kısa bir süre sonra Ankara'ya atandı. Bakanlığın izniyle İsviçre'nin Lozan şehrine Fransızca öğrenmek için gönderildi
1927 de döndükten sonra bir süre İstanbul Fransız Kız lisesine (Nötre dame de Sion) devam edip öğrenim gördü. 1929 da ortaöğrenim tarih öğretmeni olmak için sınava girmiş, kazanmıştır. Ve Ankara Musiki Muallim mektebinde Tarih ve Yurtbilgisi derslerini okutmak üzere göreve başlamıştır. 1933 ten sonra da Ankara Kız lisesinde görevlendirilir.
Afet İnan, yabancı okullarda okuduğu tarih kitaplarında Türk milleti için kullanılan, barbar ve ikinci derecede ırk deyimleri millî hislerini rencide ettiği için öğretmenlerine itirazda bulunmuştur. Bu kitabı Atatürk'e gösterdiği vakit üzerinde ilgi ile durulmuş ve bu konularda çalışmak üzere tarihçileri bir araya toplayarak vazifeler verilmişti.
Atatürk'ün isteği üzerine 3 Nisan 1930'da Türk Ocağı'nda Türk kadınlarının seçim haklarına ilişkin bir konferans verdi. Bu konferans, Afet İnan'ın verdiği ilk konferanstı. Bu konferans için zamanın en ünlü hatibi Hamdullah Suphi Bey'den dersler alan Afet Hanım'ın giyeceği elbiseyi bizzat Mustafa Kemal ATATÜRK çizmiş ve gömleği için kendi pırlanta kol düğmelerini hediye etmişti.
Afet İnan, 1930 yılında Türk Ocakları Kurultayında Aksaray delegesi olarak tarih üzerinde çalışanlara önem verilmesini teklif etti. Bundan sonra "Türk Tarih ve medeniyetini ilmî bir surette tetkik ve tetebbu eylemek üzere" Türk Tarih heyeti teşkil edilmiş ve orada vazife almıştır. 15 Nisan 1931 de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti ve 1935 te de Türk Tarih Kurumu adını alan bu teşekkülün. Bir numaralı kurucu üyesi olarak çalışmalara katılmış ve yayınlarda bulunmuştur.
1935 yılında Ankara'da kurulması öngörülen Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde Afet înan'a da öğretim görevi verilmesi teklif edilince kendisi yüksek öğrenimini ve doktorasını yapmadan bunu kabul edemiyeceğini bildirmiştir. Bundan sonra Cenevre Üniversitesi Sosyal ve Ekonomik bilimler fakültesinin yakın çağ ve Modern tarih bölümüne kaydolarak öğrenimine devam etmiştir. Lisans tezi olarak "Türk Osmanlı devrinin ekonomik tarihi" ni sunduktan sonra, bütün derslerin sınavlarını geçmiş ve Temmuz 1938 de mezun olmuştur. Doktora için diğer sınavları da geçerek tez savunmasını yapmış ve Temmuz 1939 da Sosyoloji doktoru unvanını almıştır. 1942 de doçentlik sınavını geçerek bu unvanı ile derslerine devam etmiştir. 1950 de sınavı vererek Profesör olmuştur.
Yurda döndükten sonra Kız lisesindeki derslerine devam etmekle beraber, Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesinde Doçent vekili olarak atanmıştır.
1950 den sonraki ders yıllarında Ankara Fen Fakültesi, Hacettepe Üniversitesi, Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi, Ankara Harp okulunda Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi konularında dersler vermiştir.
Tarih ve sosyoloji çalışmaları yanında Atatürk’e ilişkin araştırmalar da yapan İnan, bunları kitap olarak yayınladı.
1961-1962 yıllarında İngiltere'de incelemeler yaptı. 1955-1979 arasında da UNESCO Türkiye Milli Komisyonu’nda Türk Tarih Kurumu’nu temsil etti. Ankara Üniversitesi Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrim Tarihi kürsüsü başkanlığını yaptı, 1977 yılında bu görevde iken kendi isteğiyle emekli oldu.
Üyesi olduğu Uluslararası kuruluşların da dış memleketlerdeki toplantılarında özellikle Türk medeniyet tarihi ve Türk kadın hakları üzerinde tebliğler vermiştir. Türk medeniyetine ve Türk Cumhuriyetine ait kitapları yabancı dillerde yayınlanmıştır. Türk kadın hakları üzerindeki kitabı UNESCO tarafından Fransızca ve İngilizce (1962) olarak yayınlandıktan sonra "Courrier" dergisinde dokuz dile çevrilmiştir.
Atatürk vasiyetnamesinde Afet İnan için; "yaşadığı müddetçe şimdilik (şimdiki halde) ayda 800 lira verilecektir" diye vasiyette bulunmuştur.
1940 yılında kadın hastalıkları ve doğum uzmanı olan Rıfat İnan ile evlendi. Afet İnan 8 Haziran 1985 günü 76 yaşında Ankara`da yaşamını kaybetti. Arı adında bir kızı, Demir adında bir oğlu vardır.
Eserlerinden Bazıları :
(Babasının görevi nedeniyle) sürekli tayinler sebebiyle yer değiştirdiğinden, ilk öğrenimini Adapazarı, Ankara, Mihallıççık (Eskişehir) ve Biga'da yapmıştır. 1920'de altı yıllık ilkokul diplomasını aldı. Bursa' da okuduğu Kız Öğretmen okulundan 1925 te mezun olmuş; İzmir'de Redd-i İlhak İlkokulu'nda göreve başlamıştır. İzmir'de öğretmenlik yaparken Atatürk ile tanışma fırsatı bulunca; Mustafa Kemal Atatürk tarafından Fransızca öğrenmesi için İsviçre'nin Lozan şehrine gönderilmiştir.
Afet Hanım, 1925 yılında Redd-i İlhak İlkokulu'nda yeni göreve başladığı sırada bir çay ziyaretinde cumhurbaşkanı Atatürk ile tanışma fırsatı buldu. Annesinin ailesinin Selanik'in Doyran kasabasından olması nedeniyle cumhurbaşkanının ilgisini çekti ve Atatürk ertesi gün ailesiyle tanıştı. Gazi Paşa'ya öğrenimini sürdürmek ve yabancı dil öğrenmek istediğini açıklamış olan Afet Hanım, kısa bir süre sonra Ankara'ya atandı. Bakanlığın izniyle İsviçre'nin Lozan şehrine Fransızca öğrenmek için gönderildi
1927 de döndükten sonra bir süre İstanbul Fransız Kız lisesine (Nötre dame de Sion) devam edip öğrenim gördü. 1929 da ortaöğrenim tarih öğretmeni olmak için sınava girmiş, kazanmıştır. Ve Ankara Musiki Muallim mektebinde Tarih ve Yurtbilgisi derslerini okutmak üzere göreve başlamıştır. 1933 ten sonra da Ankara Kız lisesinde görevlendirilir.
Afet İnan, yabancı okullarda okuduğu tarih kitaplarında Türk milleti için kullanılan, barbar ve ikinci derecede ırk deyimleri millî hislerini rencide ettiği için öğretmenlerine itirazda bulunmuştur. Bu kitabı Atatürk'e gösterdiği vakit üzerinde ilgi ile durulmuş ve bu konularda çalışmak üzere tarihçileri bir araya toplayarak vazifeler verilmişti.
Atatürk'ün isteği üzerine 3 Nisan 1930'da Türk Ocağı'nda Türk kadınlarının seçim haklarına ilişkin bir konferans verdi. Bu konferans, Afet İnan'ın verdiği ilk konferanstı. Bu konferans için zamanın en ünlü hatibi Hamdullah Suphi Bey'den dersler alan Afet Hanım'ın giyeceği elbiseyi bizzat Mustafa Kemal ATATÜRK çizmiş ve gömleği için kendi pırlanta kol düğmelerini hediye etmişti.
Afet İnan, 1930 yılında Türk Ocakları Kurultayında Aksaray delegesi olarak tarih üzerinde çalışanlara önem verilmesini teklif etti. Bundan sonra "Türk Tarih ve medeniyetini ilmî bir surette tetkik ve tetebbu eylemek üzere" Türk Tarih heyeti teşkil edilmiş ve orada vazife almıştır. 15 Nisan 1931 de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti ve 1935 te de Türk Tarih Kurumu adını alan bu teşekkülün. Bir numaralı kurucu üyesi olarak çalışmalara katılmış ve yayınlarda bulunmuştur.
1935 yılında Ankara'da kurulması öngörülen Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde Afet înan'a da öğretim görevi verilmesi teklif edilince kendisi yüksek öğrenimini ve doktorasını yapmadan bunu kabul edemiyeceğini bildirmiştir. Bundan sonra Cenevre Üniversitesi Sosyal ve Ekonomik bilimler fakültesinin yakın çağ ve Modern tarih bölümüne kaydolarak öğrenimine devam etmiştir. Lisans tezi olarak "Türk Osmanlı devrinin ekonomik tarihi" ni sunduktan sonra, bütün derslerin sınavlarını geçmiş ve Temmuz 1938 de mezun olmuştur. Doktora için diğer sınavları da geçerek tez savunmasını yapmış ve Temmuz 1939 da Sosyoloji doktoru unvanını almıştır. 1942 de doçentlik sınavını geçerek bu unvanı ile derslerine devam etmiştir. 1950 de sınavı vererek Profesör olmuştur.
Yurda döndükten sonra Kız lisesindeki derslerine devam etmekle beraber, Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesinde Doçent vekili olarak atanmıştır.
1950 den sonraki ders yıllarında Ankara Fen Fakültesi, Hacettepe Üniversitesi, Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi, Ankara Harp okulunda Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi konularında dersler vermiştir.
Tarih ve sosyoloji çalışmaları yanında Atatürk’e ilişkin araştırmalar da yapan İnan, bunları kitap olarak yayınladı.
1961-1962 yıllarında İngiltere'de incelemeler yaptı. 1955-1979 arasında da UNESCO Türkiye Milli Komisyonu’nda Türk Tarih Kurumu’nu temsil etti. Ankara Üniversitesi Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrim Tarihi kürsüsü başkanlığını yaptı, 1977 yılında bu görevde iken kendi isteğiyle emekli oldu.
Üyesi olduğu Uluslararası kuruluşların da dış memleketlerdeki toplantılarında özellikle Türk medeniyet tarihi ve Türk kadın hakları üzerinde tebliğler vermiştir. Türk medeniyetine ve Türk Cumhuriyetine ait kitapları yabancı dillerde yayınlanmıştır. Türk kadın hakları üzerindeki kitabı UNESCO tarafından Fransızca ve İngilizce (1962) olarak yayınlandıktan sonra "Courrier" dergisinde dokuz dile çevrilmiştir.
Atatürk vasiyetnamesinde Afet İnan için; "yaşadığı müddetçe şimdilik (şimdiki halde) ayda 800 lira verilecektir" diye vasiyette bulunmuştur.
1940 yılında kadın hastalıkları ve doğum uzmanı olan Rıfat İnan ile evlendi. Afet İnan 8 Haziran 1985 günü 76 yaşında Ankara`da yaşamını kaybetti. Arı adında bir kızı, Demir adında bir oğlu vardır.
Eserlerinden Bazıları :
- Türk Tarihinin Ana Hatları (1930)
- Mimar Sinan (1937)
- Türkiye Halkının Antropolojik Karakterleri ve Türkiye Tarihi (1947)
- Atatürk'ten Hatıralar (1950)
- "Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti (1956)
- Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler (1958)
- Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri (1964)
- Medeni Bilgiler ve M.Kemal Atatürk'ün El Yazıları (1968)
- Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti'nin Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı (1972)
- İzmir İktisat Kongresi, 1923 (1982)
- Mustafa Kemal Atatürk'ün Karlsbad Hatıraları
- Türkiye'deki Dernekler:
- Türk Tarih Kurumu (kurucu ve yönetici)
- Çocuk Haklarını Koruma Derneği (kurucu)
- Türk Kadının Sosyal Hayatı Tetkik Kurumu
- Milli Kütüphane’ye Yardım Derneği
- Cenevre Tarih ve Arkeoloji Topluluğu (Cenevre, 1936)
- Uluslararası Antropoloji Enstitüsü (Paris, 1937)
- Uluslararası Kadınlar Birliği (Kopenhag)
- Avrupa Kültürü Cemiyeti (Venedik, 1957)
16 Nisan 2017 Pazar
Çaresizsen Çare Sensin
- 7 yaşındayken babasını kaybetti ve yetim
kaldı. Yalnız ve içine kapanık biri olarak yaşamaya, oradan oraya sürüklenmeye
başladı.
- 8 yaşında okuldan alındı ve köyde yaşadı. Zamanını tarlalarda kargaları kovalamakla geçirdi.
- 10 yaşında yüzü kanlar içinde kalacak şekilde, yeni okulundaki hocasından dayak yedi. Ailesi onu okuldan aldı. Sinirden ve korkudan üç gün evinden çıkamadı.
- 17 yaşında hayalindeki okulun istediği bölümü için gerekli not ortalamasını tutturamadı.
- 24 yaşında tutuklandı, günlerce sorguya çekildi ve 2 ay tek başına bir hücrede hapis yattı.
- 25 yaşında sürgüne gönderildi.
- 27 yaşında kendisinden bir yaş büyük meslektaşı kendisinin de üyesi bulunduğu derneğin çalışmaları ile kahraman ilan edilirken, kendisi hiç önemsenmiyordu. Doğduğu şehrin merkezinde rakibi törenlerle karşılanırken, o kalabalık arasında yalnız başına olanları izliyordu.
- 30 yaşında kendisi başka şehirleri düşman elinden kurtarmaya çalışırken, doğduğu şehir düşmanların eline geçti.
- 30 yaşında amiri, onu kendisinden uzaklaştırmak için başka göreve atanmasını sağladı. Yeni görevinde fiilen işsiz bırakıldı. Aylarca boş kaldı.
- 37 yaşında böbrek rahatsızlığından Viyana'da 2 ay hasta ve yalnız halde yattı.
- 37 yaşında komutan olarak yeni atandığı ordu, dağıtıldı.
- 38 yaşında Savunma Bakanı tarafından görevinden atıldı.
- 38 yaşında bir toplantıda giyebileceği bir tek sivil elbisesi bile yoktu ve başkasından bir redingot ödünç aldı. Ayrıca cebinde sadece 80 lirası vardı.
- 38 yaşında kendisi için tutuklama kararı çıkartıldı.
- 38 yaşında en yakın beş arkadaşından üçü, onun Kongre temsil heyetine üye olmaması için oy kullandı.
- 39 yaşında idam cezasına çarptırıldı.
Sonra Ne mi Oldu?
42 yaşında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı oldu! Okuduğunuz öykü efsanevi lider Mustafa Kemal Atatürk'e aittir. Şimdi düşünün, sizin başarılı olmanızı engelleyen ama Atatürk'ün karşısına çıkmamış bir engel var mı?
Başarınızın önündeki engel ne? Paranız mı yok? Atatürk'ünde yoktu! Sağlığınız mı bozuk? Atatürk'ün de bozuktu! Çevrenizde sizi çekemeyenler mi var? Atatürk'ünde vardı! Bazı yakın arkadaşlarınız sizi arkadan mı vurdu? Atatürk'e de vurdular! Aileniz çok zengin değil mi? Atatürk'ünki de değildi! Amirleriniz hakkınızı mı yiyor? Atatürk'ünkini de yemişlerdi! Sizden daha beceriksiz ama hırslı insanlar, sizden daha hızlı yükselip size amirlik mi yapıyor? Atatürk'ün de başına gelmişti! Geçmişte bazı denemeleriniz de başarısız mı oldunuz? Atatürk de olmuştu! Hakkınızda idam fermanı çıktığı için mi başarılı olamıyorsunuz? Atatürk'ün de başına gelmişti!
- 8 yaşında okuldan alındı ve köyde yaşadı. Zamanını tarlalarda kargaları kovalamakla geçirdi.
- 10 yaşında yüzü kanlar içinde kalacak şekilde, yeni okulundaki hocasından dayak yedi. Ailesi onu okuldan aldı. Sinirden ve korkudan üç gün evinden çıkamadı.
- 17 yaşında hayalindeki okulun istediği bölümü için gerekli not ortalamasını tutturamadı.
- 24 yaşında tutuklandı, günlerce sorguya çekildi ve 2 ay tek başına bir hücrede hapis yattı.
- 25 yaşında sürgüne gönderildi.
- 27 yaşında kendisinden bir yaş büyük meslektaşı kendisinin de üyesi bulunduğu derneğin çalışmaları ile kahraman ilan edilirken, kendisi hiç önemsenmiyordu. Doğduğu şehrin merkezinde rakibi törenlerle karşılanırken, o kalabalık arasında yalnız başına olanları izliyordu.
- 30 yaşında kendisi başka şehirleri düşman elinden kurtarmaya çalışırken, doğduğu şehir düşmanların eline geçti.
- 30 yaşında amiri, onu kendisinden uzaklaştırmak için başka göreve atanmasını sağladı. Yeni görevinde fiilen işsiz bırakıldı. Aylarca boş kaldı.
- 37 yaşında böbrek rahatsızlığından Viyana'da 2 ay hasta ve yalnız halde yattı.
- 37 yaşında komutan olarak yeni atandığı ordu, dağıtıldı.
- 38 yaşında Savunma Bakanı tarafından görevinden atıldı.
- 38 yaşında bir toplantıda giyebileceği bir tek sivil elbisesi bile yoktu ve başkasından bir redingot ödünç aldı. Ayrıca cebinde sadece 80 lirası vardı.
- 38 yaşında kendisi için tutuklama kararı çıkartıldı.
- 38 yaşında en yakın beş arkadaşından üçü, onun Kongre temsil heyetine üye olmaması için oy kullandı.
- 39 yaşında idam cezasına çarptırıldı.
Sonra Ne mi Oldu?
42 yaşında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı oldu! Okuduğunuz öykü efsanevi lider Mustafa Kemal Atatürk'e aittir. Şimdi düşünün, sizin başarılı olmanızı engelleyen ama Atatürk'ün karşısına çıkmamış bir engel var mı?
Başarınızın önündeki engel ne? Paranız mı yok? Atatürk'ünde yoktu! Sağlığınız mı bozuk? Atatürk'ün de bozuktu! Çevrenizde sizi çekemeyenler mi var? Atatürk'ünde vardı! Bazı yakın arkadaşlarınız sizi arkadan mı vurdu? Atatürk'e de vurdular! Aileniz çok zengin değil mi? Atatürk'ünki de değildi! Amirleriniz hakkınızı mı yiyor? Atatürk'ünkini de yemişlerdi! Sizden daha beceriksiz ama hırslı insanlar, sizden daha hızlı yükselip size amirlik mi yapıyor? Atatürk'ün de başına gelmişti! Geçmişte bazı denemeleriniz de başarısız mı oldunuz? Atatürk de olmuştu! Hakkınızda idam fermanı çıktığı için mi başarılı olamıyorsunuz? Atatürk'ün de başına gelmişti!
Atatürk Hakkında Söylenmiş Sözler
Hindistan
"Dünyanın yetiştirdiği en büyük insanlardan biri."
"Atatürk, yalnız Türk Milleti'nin değil, özgürlüğü uğruna savaşan bütün milletlerin önderiydi. O'nun direktifleri altında siz bağımsızlığınıza kavuştunuz. Biz de o yoldan yürüyerek özgürlüğümüze kavuştuk."
İran
"Atatürk gibi insanlar bir nesil için doğmadıkları gibi belli bir devre için de doğmazlar. Onlar önderlikleriyle yüzyıllarca milletlerin tarihinde hüküm sürecek insanlardır."
"Atatürk yalnız kahraman milletinin büyük bir Şef'i olmakla kalmamıştır. O, aynı zamanda insanlığın da en büyük evladı olmuştur."
İsrail
"Dünya, çağımızın en dikkati çekici adamlarından birini kaybetti."
"Mustafa Kemal Atatürk, kuşkusuz 20. yüzyılda dünya savaşından önce yetişen en büyük devlet adamlarından biri, hiçbir millete nasip olmayan cesur ve büyük bir inkılapçı olmuştur."
İsveç
"O olmasaydı modern Türkiye olmazdı. O'nun sayesinde Türkler, O'nun olağanüstü eserini izleyebilecekler ve zaten dünyaca pek yüksek olan onurlarını daha fazla yükseltebileceklerdir."
İsviçre
"Türkiye' yi yaratan, tarihimizin bu en Büyük Adam'ını başımı en derin hürmetle eğerek selamlarım."
"Yalnız bir asker değil, aynı zamanda yüzyılımızın bir daha göremeyeceği bir dahi idi."
İtalya
"Hayatının sonuna kadar milletinin mutlak güveni ile kurduğu devletin başında muzaffer kumandanının kişiliği, eşi görülmemiş bir karakter örneğidir."
"Üstün iradesi, tükenmez cesareti ve eşsiz sezişi ile hasımlarını dize getirdi. Fazilet ve ciddiyeti, üç yılda memleketine yalnız askeri değil, aynı zamanda tam ve doyurucu bir siyasi zafer kazandırdı."
"Atatürk'ün ölümü ile Yakın Doğu'nun gelişmesine birinci derecede etken olan son derece kuvvetli bir şahsiyet kaybolmuştur."
Japonya
"Şaşırtıcı ve çekici bir kişi. Asker olarak büyük, fakat devlet adamı olarak daha büyük."
"Yüzyıldan beri Küçük Asya'nın çıkardığı en büyük lider."
Lübnan
"Büyük adamlar, kuşaklarının başındadır. Türk Milleti'nin başındaki büyük ve dahi Atatürk, politika ve savaş alanlarında yılmayan büyük ve yurtsever bir insandı."
"Kelimenin tam anlamıyla bir yapıcı ve yaratıcı olan Atatürk, dünya haritasında memleketine yepyeni bir sınır çizmiştir."
"Atatürk, dünyanın çok nadir yetiştirdiği dahilerdendir. O, bütün bir tarihin seyrini değiştirmiştir."
"Dünyanın çok nadir yetiştirdiği dahilerdendir. Dünya tarihinin gidişini değiştirmiştir."
Macaristan
"Yüzyılımızda, "olmayacak hiçbir şey yoktur" şeklindeki tarihi gerçeği ispatlayan ilk adam olmuştur."
"Dünya, bu savaş ve barış kahramanı büyük adamın ölümü ile yoksul düşmüştür."
"Türkiye'yi bir arı kovanına ve bütün Türkleri de bal aramağa çıkmış çalışkan arılara benzetiyorum. Nasıl arılar beylerinin etrafında toplanıp çalışırlarsa bütün Türk Milleti bu gün büyük dahi Mustafa Kemal etrafında toplanmışlardır."
Mısır
"Çağının, belki de tüm tarihin en olağanüstü kişilerinden biri."
Norveç
"Atatürk, tarihte, memleketinin en büyük adamlarından biri olarak kalacaktır."
Pakistan
"Kemal Atatürk, yalnız bu yüzyılın en büyük adamlarından biri değildir. Biz Pakistan'da, Onu geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz. Askeri bir deha, doğuştan bir lider ve büyük bir yurtsever."
"Bizim aslımız rengi uçmuş bir kıvılcım iken, O' nun bakışı ile cihanı kaplayan ve aydınlatan bir güneş haline geldik."
Polonya
"O'nun yaratıcı ruhunun ve ateşli yurtseverliğinin harekete geçmemiş olduğu hiçbir alan yoktur."
Romanya
"Atatürk, tarihte teşkilatçı bir dahi, bir milletin harikalar yaratan yöneticisi ve memleketinin kurtarıcısı olarak kalacaktır."
"Bir milleti, uçurumun kenarından sarsılmaz azmiyle kurtaran, kuvvetlendiren, yükselten yöneticiler arasında Atatürk, en birincisidir."
S.S.C.B.
"Şöhreti bütün cihana yayılmış olan tecrübeli başkanın yönetimi herkesin sevgi ve saygısını çeken büyük Türk Milleti'nin milli bağımsızlığını devamlı bir başarı ile kuvvetlendirmiş ve yeni milli yapısını yaratmıştır."
Suriye
"Vatanını muhakkak bir parçalanmaktan kurtararak devlet gemisini güvenilir bir limana götürdükten sonra milletinden bir taht istemedi. O, kelimesinin bütün anlamıyla bir insan, eşsiz bir dahi, kahraman bir asker ve siyaset adamı idi."
"Atatürk'ün başardığı işler mucize ve harika kabilindedir. Birkaç yıl içinde memleketinde yaptığı inkılaplar, birkaç yüzyılda gerçekleştirilmeyecek işlerdir."
Yugoslavya
"Atatürk'ün dehası, tarihte Türk Milleti'nin taşıdığı ruhun faziletine en yüksek örneklerinden birini teşkil edecektir."
"Tarih, silinmez harflerle bu devlet adamının ismini hak edecektir. Atatürk bir halk adamıdır. Kırılmaz azmi, keskin zekası ve kudreti kendisini yendiği alın yazısının önüne getirmiş, böylece yeni Türkiye'nin yaratıcısı olmuştur."
Yunanistan
"Türkiye, dost ve düşmanlarının hayran olduğu bir deha adama, malik bulunmak bahtiyarlığına erişmiştir."
"Dünyanın yetiştirdiği en büyük insanlardan biri."
Star of India
"Atatürk, yalnız Türk Milleti'nin değil, özgürlüğü uğruna savaşan bütün milletlerin önderiydi. O'nun direktifleri altında siz bağımsızlığınıza kavuştunuz. Biz de o yoldan yürüyerek özgürlüğümüze kavuştuk."
Bayan Sucheta Kripalani (Hint
Parlamento Heyeti Başkanı)
İran
"Atatürk gibi insanlar bir nesil için doğmadıkları gibi belli bir devre için de doğmazlar. Onlar önderlikleriyle yüzyıllarca milletlerin tarihinde hüküm sürecek insanlardır."
Tahran Gazetesi
"Atatürk yalnız kahraman milletinin büyük bir Şef'i olmakla kalmamıştır. O, aynı zamanda insanlığın da en büyük evladı olmuştur."
İran Gazetesi
İsrail
"Dünya, çağımızın en dikkati çekici adamlarından birini kaybetti."
Palestine Post
"Mustafa Kemal Atatürk, kuşkusuz 20. yüzyılda dünya savaşından önce yetişen en büyük devlet adamlarından biri, hiçbir millete nasip olmayan cesur ve büyük bir inkılapçı olmuştur."
Ben Gurion (İsrail Başbakanı,
1963)
İsveç
"O olmasaydı modern Türkiye olmazdı. O'nun sayesinde Türkler, O'nun olağanüstü eserini izleyebilecekler ve zaten dünyaca pek yüksek olan onurlarını daha fazla yükseltebileceklerdir."
Nya Dagligt Gazetesi
İsviçre
"Türkiye' yi yaratan, tarihimizin bu en Büyük Adam'ını başımı en derin hürmetle eğerek selamlarım."
Profesör Morrf
"Yalnız bir asker değil, aynı zamanda yüzyılımızın bir daha göremeyeceği bir dahi idi."
Profesör Sekretan
İtalya
"Hayatının sonuna kadar milletinin mutlak güveni ile kurduğu devletin başında muzaffer kumandanının kişiliği, eşi görülmemiş bir karakter örneğidir."
C.C.Sforza
"Üstün iradesi, tükenmez cesareti ve eşsiz sezişi ile hasımlarını dize getirdi. Fazilet ve ciddiyeti, üç yılda memleketine yalnız askeri değil, aynı zamanda tam ve doyurucu bir siyasi zafer kazandırdı."
F.Perrone Di San Martino
(Yazar)
"Atatürk'ün ölümü ile Yakın Doğu'nun gelişmesine birinci derecede etken olan son derece kuvvetli bir şahsiyet kaybolmuştur."
Tribuna Gazetesi
Japonya
"Şaşırtıcı ve çekici bir kişi. Asker olarak büyük, fakat devlet adamı olarak daha büyük."
Japon Times
"Yüzyıldan beri Küçük Asya'nın çıkardığı en büyük lider."
The Japon Chronicle
Lübnan
"Büyük adamlar, kuşaklarının başındadır. Türk Milleti'nin başındaki büyük ve dahi Atatürk, politika ve savaş alanlarında yılmayan büyük ve yurtsever bir insandı."
Kerama (Lübnan Başbakanı, 10 Kasım
1963)
"Kelimenin tam anlamıyla bir yapıcı ve yaratıcı olan Atatürk, dünya haritasında memleketine yepyeni bir sınır çizmiştir."
Loryan Gazetesi
(1938)
"Atatürk, dünyanın çok nadir yetiştirdiği dahilerdendir. O, bütün bir tarihin seyrini değiştirmiştir."
Ennehar Gazetesi
(1938)
"Dünyanın çok nadir yetiştirdiği dahilerdendir. Dünya tarihinin gidişini değiştirmiştir."
An Nahar
Macaristan
"Yüzyılımızda, "olmayacak hiçbir şey yoktur" şeklindeki tarihi gerçeği ispatlayan ilk adam olmuştur."
Esti Ujsag
"Dünya, bu savaş ve barış kahramanı büyük adamın ölümü ile yoksul düşmüştür."
Pester lioyd Gazetesi
"Türkiye'yi bir arı kovanına ve bütün Türkleri de bal aramağa çıkmış çalışkan arılara benzetiyorum. Nasıl arılar beylerinin etrafında toplanıp çalışırlarsa bütün Türk Milleti bu gün büyük dahi Mustafa Kemal etrafında toplanmışlardır."
Prof. M. Zaajti
Franes
Mısır
"Çağının, belki de tüm tarihin en olağanüstü kişilerinden biri."
Egyptian Gazete
Norveç
"Atatürk, tarihte, memleketinin en büyük adamlarından biri olarak kalacaktır."
Le Morgen Bladet
Gazetesi
Pakistan
"Kemal Atatürk, yalnız bu yüzyılın en büyük adamlarından biri değildir. Biz Pakistan'da, Onu geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz. Askeri bir deha, doğuştan bir lider ve büyük bir yurtsever."
Eyüp Han (Pakistan
Cumhurbaşkanı)
"Bizim aslımız rengi uçmuş bir kıvılcım iken, O' nun bakışı ile cihanı kaplayan ve aydınlatan bir güneş haline geldik."
İkbal (Şair)
Polonya
"O'nun yaratıcı ruhunun ve ateşli yurtseverliğinin harekete geçmemiş olduğu hiçbir alan yoktur."
Gazeta Polska
Romanya
"Atatürk, tarihte teşkilatçı bir dahi, bir milletin harikalar yaratan yöneticisi ve memleketinin kurtarıcısı olarak kalacaktır."
Independence Romaine Gazetesi (12
Kasım 1938)
"Bir milleti, uçurumun kenarından sarsılmaz azmiyle kurtaran, kuvvetlendiren, yükselten yöneticiler arasında Atatürk, en birincisidir."
Timpul Gazetesi (12 Kasım
1938)
S.S.C.B.
"Şöhreti bütün cihana yayılmış olan tecrübeli başkanın yönetimi herkesin sevgi ve saygısını çeken büyük Türk Milleti'nin milli bağımsızlığını devamlı bir başarı ile kuvvetlendirmiş ve yeni milli yapısını yaratmıştır."
S.S.C.B. Başbakanı
Kalinin
Suriye
"Vatanını muhakkak bir parçalanmaktan kurtararak devlet gemisini güvenilir bir limana götürdükten sonra milletinden bir taht istemedi. O, kelimesinin bütün anlamıyla bir insan, eşsiz bir dahi, kahraman bir asker ve siyaset adamı idi."
Elifba Gazetesi
"Atatürk'ün başardığı işler mucize ve harika kabilindedir. Birkaç yıl içinde memleketinde yaptığı inkılaplar, birkaç yüzyılda gerçekleştirilmeyecek işlerdir."
El Tekaddum Gazetesi
Yugoslavya
"Atatürk'ün dehası, tarihte Türk Milleti'nin taşıdığı ruhun faziletine en yüksek örneklerinden birini teşkil edecektir."
Branko Aczemovic
(Elçi)
"Tarih, silinmez harflerle bu devlet adamının ismini hak edecektir. Atatürk bir halk adamıdır. Kırılmaz azmi, keskin zekası ve kudreti kendisini yendiği alın yazısının önüne getirmiş, böylece yeni Türkiye'nin yaratıcısı olmuştur."
Politika Gazetesi
Yunanistan
"Türkiye, dost ve düşmanlarının hayran olduğu bir deha adama, malik bulunmak bahtiyarlığına erişmiştir."
Katimerini
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)